11 Şubat 2025 Salı

RUHUNUZ KAÇ KUPA EDER?

GS taraftarı prime dönem yandaş seçmeninin sendromlarını yaşıyor. 5'te uyanıp asgari ücretli işine gideceği günün gecesinde; eşine, dostuna, komşusuna hitaben yaptığı 'koyduk mu' kutlama turuna çıkan vatandaş gibiler. Haz bağımlılığına esirler. Bunun ellerinden gitmesi onlar için bir karabasan. Haliyle güruh olarak sanki ortak bir merkezden yönetiliyor gibi, parti temsilcisi/ kulüp iletişimcisi gibi refleks gösteriyorlar. Penaltı mı diye soruyorsun, evet tabi ki penaltı diyor. İnanmasa da diyor... Penaltı olmadığı ayyuka çıkınca ''ama sizin de şu maçta şu vardı, size de şu verilmişti’’ye bağlıyor. Kamuoyunda iş tamamen aleyhlerine döndüğü anda bu iş Ali Koç’un tezgahı deyip çıkıyor işin içinden.


Kazanıyorlar ama mağdurlar. Galipler ama üzerlerine oyunlar oynanıyor. Liderler ama gözleri hep 2'ncide? İktidar seçmeni kendilerine rakip dahi olamayacak Kılıçdaroğlu'ndan başka bir şey konuşmuyor, görmüyordu. GS’liler de kendi taraftarının yerden yere vurduğu Ali Koç'u semptom haline getirmiş durumda. Bu çukura feci ittirildiler, farkında değiller. Lehlerine karar çıkıyor ''Koç operasyonu'', aleyhlerine karar çıkıyor ''Koç yaptırdı...'' Dün akşamı Ali Koç’un organize edebilmek için Mertens’i satın almak zorunda olduğunu hesap edemeyecek kadar paralize olmuş durumdalar. Sonsuz bir dokunulmazlığa, sonsuz bir konfor alanına sahipler ama şikayetçiler. Hazzı kaybetmeme savaşı uğruna her gün kendilerinden, değerlerinden ödün veriyorlar. Farkında değiller. Kendilerine günlük yaşantılarında yakıştırmayacakları şeyleri alınlarına yazıp savunacak hale getirildiler. Kendi organizasyonları, kendi omurgalarını eğip büküyor. Farkında değiller. Farkındalarsa daha da vahim...


Tedavi olun iyi değilsiniz. Siz cidden iyi değilsiniz. Son 32 yılın 16'sında şampiyon olduğunuz halde (sözelciler için yazayım ortalamada her 2 yılın 1’inde şampiyon olmak demek bu) mağdur olduğunuza inanıyorsunuz. Kötüsünüz! Aynı 32 yıl içerisinde 1 kumpas, 1 tamamı fetöden içeride olan amirlerin emriyle gerçekleşen polis saldırısı, 1 suikast, 3 son maçta çalınan şampiyonluk, milyar liralık kayıp, sayısız engelleme, sayısız travma yaşayan Fenerbahçeliler en ufak bir isyan ettiğinde ilkokul çocuğu IQ ve EQ’su ile ‘’Fener Ağlama’’ deyip işin içinden çıktığınızı düşünürken; bir beraberlikte bile çimin uzunluğundan, fikstüre, hakemden, rakip kalecinin içtiği su sayısına kadar ortalığı ayağa kaldıran kulübünüzün ‘’ağlayışlarını’’ destekliyor, mağdur olduğunuza inanıyor ve tıpkı iktidar partisi gibi tüm kitle iletişim aparatları kulübünüzün elinde olduğu için de kamuoyu nezdinde AKlanmanın özgüveniyle ‘’güçlü haklıdır’’ sanıyorsunuz... 


10 yıl önce tüm bu kaosun sebebi Aziz Yıldırım’dı. Şimdi Ali Koç. Yarın Sadettin Saran gelse bu kez de o olacak. Ama asla GS suçlu olmayacak. GS’nin başkanları, yöneticileri, sicili bozuk teknik direktörleri, futbolcuları (terörden kaçak olan eskiler dahil) hiçbir mensubu suçlu değil. Olamaz. İşin en acı yanı günlük yaşantısında duyarlı, objektif, devrimci, muhalif, az sayıdaki adil denebilecek GS’li için bile bu durum böyle... Hepsi bu haz bağımlılığının esiri. Ben ‘’GS’nin şampiyonluk posterinde Mehmet Ağar’ın ne iş var lanet olsun öyle şampiyonluğa’’ diyen muhalif bir GS’li görmedim mesela. Anavatan Partisi’nden bugüne dek her zaman mevcut erkle yakın olmaktan, bundan nemalanmaktan rahatsızlık duyan hiçbir GS’li görmedim. Fetö mevzusuna hiç girmiyorum bile... Yerel seçimden 2 hafta önce ‘’75 yaşındaki başkanımız neden Murat Kurum’a yanak okşatıyor, açıkça Kurum’a desteğini bildiriyor’’ diye ortalığı yıkan GS’li CHP seçmeni görmedim. Ligin son düzlüğüne giriliyordu, aman tekere çomak sokmayalım deyip sustular. Aksine ‘’gelsin arsalar, gelsin paralar, kadro Osimhen’lerle dolsun da para nasıl kimden geliyorsa gelsin, ben ne utanacağım, kulüp sevgimizi kişilerin siyasi görüşü yüzünden kenara mı bırakacağız’ deyip sıyrıldılar konudan. Haz bu ya insanı bozuyor...


‘’Karaborsa bilet satıp parasını kulübe aktarmak bize yakışmaz, zaten benim kulübümden kimse bunu yapmaz, bu iş soruşturulsun, eğer yapıldıysa ilgililer ceza alsın. 120 yıllık kulüp bu zan altında kalmamalı’’ diyen de görmedim. Bu kire bulaşma ihtimalinden değil de ‘’Ali Koç bu işi kaşıyor, savcıları fiştekliyor, olay örtülmesin diye acayip lobi yapıyorlar’’ diyerek, olayın araştırılması talebinden rahatsızlık duyuyorlar. Yani tam anlamıyla lehine haksızlıkları bildiği halde günlük hayatında devamlı gözünün içine bakmak zorunda olduğu; gerçekte mağdur olan eşine dostuna, gönül rahatlığıyla ‘koyduk mu’ diyebilen, menfaatin verdiği hazza yenilmiş Yeni Türkiye insanına dönüşüyor GS taraftarı. Solcusuyla, sağcısıyla... (Bir kişiyi ayırıyorum. Fatih Altaylı... Geçmişte yandaşken şimdi muhalif olmasından ötürü genel görüşleri ile ilgilenmesem de helal olsun ‘’Çok mu önemli ulan kupa? Değer mi bu kadar iktidarın kulübü gibi hareket etmeye. GS taraftarı yavşaklaştı’’ demişti 2 ay önce. 30 milyonluk camiada 1 kişi...)

Dünya basınının bile konuştuğu hakem rezaletleri ile ofsaytımsılar ile, öyle hissetimler ile maç, lig, kupa kazanan takımın taraftarının bu yıl söyleyebildiği tek cümle var: Sahanızda size 3 attık... Ligi tek maç belirlemiyor ki, geçen yıl da biz sahanızda 70dk 10 kişi oynayıp (hatalı kırmızı kart ile) isabetli şut attırmadan yendik sizi, o zaman şampiyonluk bizim hakkımızdı yani? Diyorsun, yav he he diyor. Eh 2006’da sana 4 attım ama sen şampiyon oldun, derbi sonucuyla olmuyor ki o işler diyorsun, valla sahanızda size 3 attık diyor. Mesela BJK son 3 şampiyonluğunda da lig ikincisini içeride de dışarıda da yenememiş ama yine de şampiyon olmuş, ligin kaderini yarışan 2 takımın tek maçı belirlemiyor yani, diyorsun. Veri sunuyorsun. Somut konuşuyorsun. 3 attık daha ne olsun diyor. Özetle; @graniaras hesabının attığı muhteşem Tweetteki gibi milyonlarca insanın adım adım ahlaksızlaştırılmasını izliyoruz. ''Her şey bizim olmak zorunda, olması için de ne gerekiyorsa yaparız ama öyle ama böyle’’ anlayışının normları oluşunu, buna da büyüklük demelerini, büyüklük anlayışlarının bu oluşunu izliyoruz.

Ağzıma da kupa, burnuma da kupa kulaklarıma da kupa. Ohh şurama da kupa, biraz da burama kupa, kupaa, kupaaaaa... Tanıdığımız insanların, iş arkadaşlarımızın, komşularımızın, birlikte askerlik yaptığımız, birlikte hastane sırası beklediğimiz insanlrın etiksiz, fütursuz, çıkarcı bir obura dönüşmelerini izliyoruz...

Bu olarak yaşamak mı istiyorsunuz peki? Dünyadaki tüm puanlar sadece size mi verilsin istiyorsunuz? Kimse size itiraz dahi etmesin; nasıl kazandığınız, nasıl gol attığınız, nasıl penaltı aldığınız fark etmesin, 3 yıl boyunca sahanızda kırmızı kart görmeyin, asla sarı kart görmeyin, size her yol mübah olsun; karaborsa vurgunu yapın, bahis reklamı yapın ama emniyet dokunmasın, vergi kaçırın ama maliye dokunmasın, devletin hediye ettiği beleş stadyum karşılığı söz verdiğiniz salonları yapmayın ama Çevre Şehircilik dokunmasın, hatta üstüne yanak okşatıp yeni araziler alın ve ülkedeki kimse de tüm bunlara gık çıkarmasın mı istiyorsunuz? Gül bahçesinde yürüye yürüye her gördüğünüz meyveyi izinsiz koparın, yiyin, doyun, bizim cehennemimiz sizin cennetiniz olsun mu istiyorsunuz? Bu mu? Siz bunu hak ettiğinizi düşünüyorsanız. Vallahi olsun. Devlet çıksın, biz futbolu durdurma kararı aldık desin. Ülkenin ezeli şampiyonu GS’dir desin. Biz de kurtulalım bu bataklıktan. Ben kombineme binlerce lira harcamayayım, Maçlara gidiş, dönüş yol, yemek, o, bu derken 7 saatimi, paramı, enerjimi harcamayayım, sağlığımdan olmayayım. Stadyumlarda da elektrik-su harcanmaz doğa da kazanır sizinle birlikte iyi olmaz mı? Ezeli şampiyon GS. Nasıl ama? Sloganınız da hazır ‘’Artık Mayıslar değil, 12 ay bizimdir!’’ dersiniz...  


Yeter! Gözümüzde itibar kaybetmeyin daha fazla. Gezi sonrası ülkenin 2 kutba bölündüğü gibi futboldan sebep birbirinden soğuyan eşler, dostlar, akrabalar topluluğuna dönüşmemizi sağlayacak bu kötülüğü bırakın artık. Ülkenin bin bir derdi yokmuş gibi bir de futbol için genç çocukları birbirine zarar verecek noktaya getirecek iklimi harlamayı bırakın.

Ruhunuz kaç kupa eder, ne zaman doyarsınız bilmiyoruz. Ancak artık sahtekar oyuncularınıza, buna çanak tutan troll medya görevlilerinize, kötü hocanıza, yalancı yöneticilerinize ülkede siz ve sizi koruyanlar hariç hiç kimsenin tahammülü kalmadı. Türk futbolunu değil sosyal yaşamlarımızı bile kirletiyorsunuz. YETER! 



24 Mart 2024 Pazar

NEHİRDEKİ AYA ULAŞALIM, KÜLLERİMİZDEN DOĞALIM!

Kızımı uyuturken okuduğum ve çok sevdiğim bir hikaye var: Ejderha Efsanesi.

Öykü en büyük isteği aya gitmek olan bir ejderhayı anlatıyor. Bir gün dayanamayıp aya gitmeye karar veren ejderha diğer hayvanlara bu haberi verdiğinde hepsi ona katılmak istiyor. Timsah ''beni de götürmelisin!'' diyor. Zürafa ''lütfen ben de geleyim'', gergedan tüm o ağırlığına rağmen ''beni yanına alırsan pişman olmazsın'' diyor. Fil, ''bu yolculukta sana önerilerimle çok yardımcı olurum'' diyor. Tüm hayvanların en güçlüsü ve görkemlisi olan ejderha hiçbirine kıyamıyor ve sırayla onları sırtına almaya başlıyor. (Hikayeye bu noktada giriş yapan sırtlanın yerine aslan yazmayı tercih ediyorum) Son olarak olanı biteni uzaktan izleyen aslan, ''izin verin de geçeyim'' diyor. Ejderha, seni aya götüreceğimi de nereden çıkardın? Diye sorduğunda ''çünkü ben neşeli bi aslanım, yolculuk boyunca sizi eğlendiririm, ben olmadan bu yolculuk çekilmez'' diyor. Yüce gönüllülüğüyle tanınan ejderha o güne dek onunla hiç arkadaşlık yapmayan, hatta genellikle ona kötü davranan aslanı da sırtına almaya karar veriyor. Ancak aslanın da binmesiyle yükü taşıyamayacağı noktaya geliyor. Yine de gücüne güvenen ejderha havalanıyor ve aya doğru uçmaya başlıyor. Bir noktada sırtındaki hayvanlar ejderhanın zoruluklarını göz ardı edip düşüncesizce eğlenmeye, tepişmeye başlayınca ejderha daha fazla dayanamayacağını anlıyor ve sakince yer yüzüne dönüp yumuşak bir inişle herkesi sağ salim geri bırakıyor. Yaptığı fedakarlığın sonucunda hayalinden olan Ejderha mutsuz şekilde nehre yaklaştığında ayın nehirdeki yansımasını görüyor ve ''madem gökyüzündeki aya ulaşamıyorum o zaman nehirdeki aya ulaşırım'' diyerek atıyor kendini nehire... İşte o gün bugündür kimse dünyada bir daha ejderha görmüyor...

Bu hikayeyi anlattım çünkü içine olduğumuz durumla çok benzediğini düşünüyorum. Ali başkanın gerekirse alt lige ineceğiz, açıklamasını dinler dinlemez her Fenerbahçeli gibi ben de opsiyonları, olabilecekleri düşünüyorum. Hatta bir haftadır bu düşüncelerden ötürü uyku düzenimin bozulduğunu, anksiyetelerin başladığını söyleyeyim. İlk gün herkes gibi duygularımla hareket ettim. Ne gerekiyorsa yapılsın, yeter! Dedim. Ancak ikinci gün mantıkla birlikte büyüyen bir farkındalık başladı. 

ALT LİGE İNMEK NEYİ DEĞİŞTİRECEK Kİ?

Ben diyeyim 2006 yılında, büyüklerim desin 1980 sonlarında bir tuşa basıldı. Bu FETÖ'nün ''futbola da el atmalıyız'' kararı ile mi başladı yoksa ülke içi derin-yüzeysel pek çok Ağar pardon ağır faktörün ''uzun vadeli'' planlarını başlatma isteğiyle mi oldu bilmiyorum. Ancak 2006 Denizlispor maçında bir sihirbazlık yapıldı ve biz hiç anlamasak da yörüngemiz paralelde ilerleyen farklı bir yola saptırıldı. 

Aziz Yıldırım istifa etti. O dönem küs olduğu Ali Şen de araya girerek onu geri döndürdü. Camiada acayip bir sinerji, birliktelik yaratıldı. 'Konuşursam yer yerinden oynar' diyen başkan konuşup masayı devirebilirdi ama yapmadı. Tıpkı ejderha gibi gücüne güvendi. Ülkenin huzurunu, rengini, rakiplerin eko sistemini, ülke futbol habitatını sırtına yüklendi. Kendine güvendi ve uçmaya başladı.
Gözünü karartıp hodri meydan diyecek kadro kurdu. Hemen o yıl tekrar şampiyon olup bir yıl sonra da Şampiyonlar Ligi'nde Çeyrek Finali görecek, Forbes dergisine kapak olacak, borsa değeri 1 milyarı aşarak Avrupa 1'inciliğine yükselecek kadar uçtu hatta. Ay git gide yakınlaşıyor gibiydi. Ancak bu ihtişama rağmen Türkiye'nin Bayern Münih'i olmamamız için asla seri başarılar yaşamamıza izin verilmedi. Yine de Aziz başkan rakipleri sırtından indirip masayı devirmek yerine her seferinde vites büyütmeyi, kanat çırpmayı seçti.

Fakat sonunda hepimiz bir noktada artık geç de olsa farklı bir yörüngede ilerlediğimizi anladık. Dönemin bakanı Faruk Çelik'in haftada bir Bursa antrenmanlarında açıklamalar yaptığı, rakiplerin koalisyonlar kurduğu hatta bizzat itiraf ettiği; mesela yarışta dahi olmayan BJK'nin kalecisi Rüştü'nün ne alaka ise rakiplerimizin oyuncularını arayıp ''Fenerbahçe'yi yenin diye motive ettiği, Bursalı oyuncuların Onur Kıvrak'a Fener'den gol yeme dile benden ne dilersen, dediğini itiraf ettiği vb detaylarla 'düzenlenmiş' Bursa şampiyonluğu sonrası 2010 Haziran'ında... (3 Temmuz kumpasının başrolü Mehmet Berk'in Aziz başkana ''eğer 2010'da şampiyon olsaydınız operasyonu o zaman başlatacaktık'' sözü ile doğru anladığımız da kanıtlanmış oldu.)

Bundan sonrası malum. 2011 Kumpası ve bugüne kadar gelen domino etkileri... Yazsam Ansiklopedi olur. Gerek de yok, zaten bilinçli olan her taraftar da ezbere biliyor. Öfkemize tuz basmayayım. İşte milyonlarca Fenerbahçeli; sırtında çakallar, timsahlar, aslanlarla debelenip duran, türlü türlü badireler atlatan, sırtındakiler tarafından sokulan, yaralanan, darp edilen efsanemizi 'ha düştü ha düşecek' korkusuyla hala kaygı içinde izliyoruz.

Derken sonunda bir başkanımız masayı devirmeye karar verdi! 2 Nisan günü sakince nehrin kenarına inecek ve sırtındaki tüm dost görünümlü yükleri bırakıp hepsine ''cehennem olun'' diyecek. Ancak ben bu noktada alt lige düşmenin, üst ligde debelenmekten farkı olmadığını düşünüyorum. Zira George Orwell'in epik hikayesindeki gibi bir çiftlikteyiz. Alt ligler, üst ligler fark etmeksizin hepsi aynı çitlerin ve çamurun içinde. Pislik dolu bir çiftlik. Her hayvanın eşit ancak bazılarının daha eşit olduğu, hak etmeyenlerin 'liderimsi' yapılmaya çalışıldığı bir çiftlik... Bu çiftliği yönetenler, bakımını yapanlar, hayvanları besleyenler aynı (En azından 4 yıl daha böyle olacak) bu çiftliği yakanlar, besinlere zehir koyan düşmanlar aynı.


NEHİRDEKİ AYA ULAŞALIM

Bu yüzden havada uçuşan fikirler arasında çiftliği kökünden yok edecek, bu eko sisteme gününü gösterecek hatta çiftliği 'gerçekten' yönetenlerin koltuklarını dahi sarsacak en etkili tercih: Nehirdeki aya ulaşmak! Evet çok zor. Tam 5 yıl, bir daha bu efsaneyi hak ettiği yerde görememek kolay kolay dayanılabilecek bir ızdırap değil. Hasret kaldığımız aya yolculuktan ayrı kalmak, hele hele nesilleri kaybetmek çok büyük bir karar. Çok zor bir intihar girişimi... Ancak bu tercih aynı zamanda 45 Bin kadının stadı doldurduğu, 15 bin erkeğin kaldırımda tribün yaptığı camia için ''bu da gelir bu da geçer'' diyebileceğimiz yeni bir destan yazma şansı da olabilir. 

Ali Koç, seçildiği gün ülkenin en güçlü kişisiydi (Cumhurbaşkanı dahil) öyle ki ''5 yıl boyunca şampiyonluk falan yok, Gençlikle yürüyeceğiz, yapısal reform yapacağız ve 5. yılın sonunda bir kültür inşa edip 2023-2033 arası en az 7 şampiyonluk görecek sistemi oturtmuş olacağız'' dese bir Fenerbahçeli dahi itiraz etmezdi. 2024'teyiz. Maalesef 2018'den bir adım daha ileride değiliz. Bu reform tercih edilse bunca yıpranma yaşanmamış, belki de gerçekleşmiş olabilirdi, kim bilir? Aslında başkanın hayali de buydu ama ülke futbolunun dinamiklerine, iklime yenildi ve her yıl 'şampiyonluk' vaat etti. Engebelerle dolu aya yolculuğu seçti... 

Hiçbir insanın kucağına aynı şans ikinci kez düşmez. Şayet nehirdeki aya ulaşırsak başkanın kucağına o reformu yapabileceği 5 yıllık baskısız, dış müdahalelerin asgariye ineceği bir şans yeniden düşmüş olacak. Camia ve tribünler bu zor kararı alan başkanının zor günlerinde tabi ki arkasında duracak. Tıpkı 3 Temmuz'da ''klimayı sök onu alacağım'' diyerek yaptığı gibi... Ali Şen'in Aziz Yıldırım'a gösterdiği büyüklüğün benzerini o da Ali Koç'a gösterse ve camiada 2006'daki hatta 2011'deki o aile içi ortam sağlansa ve sonuçta 2 Nisan'da alt üst ettiğimiz bu düzen sayesinde; 2028-29 sezonunda çok daha farklı bir iklime sahip ''Yeni Türkiye'nin, Yeni Süper Ligi''ne çıkıp orta vadede, sırtında hiçbir yük olmadığı için aya ulaşabilecek bir yolculuk için hayaller kursak çok güzel olmaz mı?

O noktada bir iletişimci olarak Şanlı Armamıza bir Anka Kuşu eklemek, hatta artık Sarı Kanaryalar değil ''Anka Kuşları'' olarak yola devam etmenin çok yerinde olacağını da Twitter'da büyüklerimden linç yeme garantim olsa da şimdiden yazayım:) Tüm dünyaya; onuruyla, bilgeliği ve gücüyle gerekirse kendini yok edip, efsanevi şekilde küllerinden yeniden nasıl doğduğunu, bir bataklığı kurutup cehennemi nasıl cennete çevirdiğini anlatan bir efsane olmak. Bu fikri düşünmek, bir haftalık anksiyetelerime iyi geliyor... Sonuç bu mu olur hep birlikte göreceğiz. Hikayenin sonunu; kongre üyelerimiz ve başkanımız yazacak. Aya çıkmaya dirense de, nehire de inse bize düşen Fenerbahçe'yi koşulsuz desteklemek olacak.

Fenerbahçe'nin sırtında bu ülkenin tüm fırsatlarından faydalanan ancak aya ulaşmasını istemeyen asalaklar bilsin ki Fenerbahçe maç kaybeder ancak Fenerbahçe yenilmez!
Harici ve dahili düşmanlara arifeyi gösterir fakat bayramı yaşatmaz. Fenerbahçe o kirli elleri lavaboya sokar...


Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti ve Fenerbahçe Cumhuriyeti!

 




10 Mayıs 2022 Salı

AYRILIK DA SEVDAYA DAHİL ÇÜNKÜ AYRILANLAR HALA SEVGİLİ...

2019'da çok yoğun bir dönemde ekibimize bir direktör geldi. Tanışmamız sıcak oldu. İş listesini düzenledi, takvimi açtı önümüze. 3 ay cehennem gibi... ''Suya dalmadan derin nefes çekersin ya o misal derin bir nefes çekelim sonra dalalım, sonunda da çıkıp yazın rahatımıza bakalım’’ dedi. Bizi bu 3 aylık mücadeleye ikna etti. Akşamına da hepimizi yemeğe çıkardı. Herkesteki o negatif havayı dağıttı… Başlangıç iyi olunca, ekip dayanışma moduna ikna edilince, en önemlisi hedefin vadesi de net olunca kendimizi adadık. 7 kişilik ekip gece-gündüz çalıştık. 3 ayın sonunda şirketin yıllık hedefini bile geçtik... Sonra yaz geldi. Epey dinlendik. Yazın bizim sektörde işler sakinler fakat okula dönüş döneminde büyük delirir ve o delilik tüm kış dalgalı olarak devam eder.

Büyük delirme başlayınca Eylül, Ekim derken aynı ekip sadece 2 ayın sonunda çöktü. Çünkü direktör yeni hedefler için o romantik başlangıcın ötesine geçmedi. Çünkü derin bir nefes alıp dişini sıkacağın ve kıyıyı her kulaçta gördüğün kısa mesafe bir yüzmeyle, alacakaranlıkta uzun mesafe yüzeceğin hedeflerin nefesini/motivasyonunu yönetmek çok farklı şeylerdi…


Yaratıcı bünyelerin kırılganlığı da feci olur tabii. Tüm ekip iş aramaya başlamıştık. Derken Kasım'da direktör istifa etti. (Etmese de çıkarılacaktı zaten) Sonra ben direktör atandım. 2.5 yıldır da bu kısa vadeli-uzun vadeli hedeflerin farklarını sonuçlarını yaşayarak görüyorum. Pandemi, kriz, hiç bitmeyen yoğunluk… Çok zorlu şartlarla devam ediyoruz. Ben ve ekip başlarda bile benim tecrübesizliklerime rağmen ayakta kalabildik çünkü ajans başkanı ekibe ve müşterilere karşı her koşulda arkamda durdu. Hala da öyle.

En ufak tökezlemede tartışılmıyorum.
Ekip olası bir sıkıntıda kimin tarafının tutulacağını biliyor. (Haklıysam) Hiçbir zaman ‘’acaba patron yerime birini bakıyor mudur'' paranoyası yaşamıyorum; çünkü aramızda güven ilişkisi var. Sonuç: Son 2 yılda; önceki 4 yılımda çok daha tecrübeli hocalarla bile kazanmadığımız kadar konkur kazandık. Portföye pek çok yeni marka kattık. 5 ödül kazandık...


Şimdi ''Futbol feci halde hayata benzer'' sözü ile kendi deneyimimi İsmail Kartal kalmalı mı tartışmalarına bağlayayım. Emre de, İsmail hoca da ''hedef bitti’’ denirken aldıkları görevde eldeki kadrolara ustaca derin nefes aldırdı ve suya sokup olabilecek en yüksek verimi aldı/alıyor. İlk 11'dekiler de yedekler de kaç kulaç kaldığını biliyor, işlerini en iyi şekilde yapıyorlar...

''Mayıs sonuna kadar sıkalım dişimizi, savaşalım, elimizden gelenin en iyisini yapalım. Gösterelim herkese sizin bu ülkenin en iyileri olduğunuzu…’’ İsmail hoca ilk antrenmanında bu cümleyi kesin kurmuştur. Bakın bu cümle çok etkili ve çok tehlikeli bir cümle. Mayıs’tan sonra o dişini sıkan herkesten Mayıs’a kadarki dönemden çok daha fazlasını istemek ve onlara da fazlasını sunmak zorundasındır. Şu an bazen 90. Dakikada oyuna giren Gusvato’yu Eylül ayında 90. Dakikada oyuna sokamazsın mesela… Şu an her anlamda kendisini ‘’Mayıs’a kadar’’  çakı gibi hazırlamış Osayi’yi Eylül’de transfer edilmiş bir sağ bekin ardından sağ bek rotasyonu için tutamazsın mesela… Hele sağ açığa da transfer yapıp o bölgede hiç şansı kalmadığını gördüğü ortamda çok zor…

Mayıs’a kadar dişini sıkan Crespo’ya, geride kalan ‘’megafonlu Kasım’’ gibi bir Kasım sunarsan artık onu 13 kilometre koşarken göremezsin mesela. Maçlardan çok menajerinin İspanya ligi görüşmeleriyle ilgileniyor olur. Mayıs’a kadar Arda Güler’in yüzü suyu hürmetine birleşen, stadı dolduran, sonra da saha içinde ’’harbi’’ mücadeleyi görünce başkanı eleştirmeyi bırakıp tüm takımı tekrar pozitivize eden tribünü değil yine Norveçlileri bulursun birkaç tökezlemede mesela… En en kötüsü de o tökezlemelerde konu QTM’in de manipülasyonu ile ‘’A seviye hoca getirmedi, İsmail Kartal ile devam etti’’ kozunu yutmayacak mıyız?
Fenerbahçe taraftarının bu ayrışmayı yaşamayacağını düşünen varsa elimde satılık harika bir köprü var ona satabilirim…


He Löw, Jesus ya da X hoca gelince bunları yaşamayacağımızın garantisi var mı? Yok. Hele ki 4 yıllık geçmişine bakarsak direktörüne sahip çıkmayı bilmeyen bu başkan ve yönetim varken hiç bilemeyiz…

Yine de İsmail hoca açısından baktığımızda geneli bilmem ama ben daha önce gördüğüm bir filmi unutmuyorum: 2014’te henüz 4 Nisan yaşanmamışken, her şey yolundayken İsmail hocanın medya manipülasyonu ve ona çanak tutan taraftarlar yüzünden önde olduğumuz maçta dakikalarca protesto edilişini kulübede koltuğuna çöküp ağladığı günü unutmuşuz, kendi içlerimizdeki o doyumsuz va cahil canavarı hala tanıyamamışız belli ki...

Şampiyonluğa giden bir adamın kazandığı maç sonunda; gazetelerde ‘’okulda çocukları ile alay ediliyor’’ haberi çıktığı için yine ağlamaklı halde ‘’Beni eleştirin, dilediğinizi söyleyin ama çocuklarımın hayatına lütfen bulaşmayın’’ dediği, o büyük baskının onu her geçen gün erittiği zamanları hatırlayın.

Eskiye gitmeye gerek yok bu döneminin daha başında kızının düğününde takı törenine kadar girebilen! Beyaz TV elemanı, hocanın yanında hiç utanmadan damada mikrofon uzatıp ''Sen de babanı zaman zaman eleştiriyor musun?'' diye sorabilecek cüreti kendinde bulabildi mesela. Bu ülke insanının, basının İsmail hoca gibi ''İyi'' insanlara bakışı maalesef bu kadar aşağılık bir seviyede. Fatih Terim'in, Şenol Güneş'in damadına o soruyu sormaya maçası yiyemeyecek zevzeklerin İsmail hocayı kafalarında nasıl ''kolay'' bir yerde konumlandırdıkları belli... İşte o zevzeklerin ve onların destekledikleri Twitter fenolarının; hipnoz etkisinde yaşayan cahil cüheylan taraftarı 2 tweetle, 2 Youtube yayınıyla avucunun içine alıp neler yapabildiğini hala öğrenemediysek işimiz iş...

Ayrıca önümüzdeki sezonun, benim ''Arda Güler Baharı'' adını koyduğum son 2 aylık romantik süreç gibi geçeceğini düşünüyorsanız bu camianın, Ersun hoca ile tarihin en erken gelen şampiyonluğunu aldığımız sezonda bile (Ocak ayındaki bariz hakem hatalarıyla 3 maç tökezletildiğimizde) homurtuların başlayabildiği bir yer olduğunu göz ardı edecek, hele hele artık Twitter denen bataklıkta 1 maçta idam mangaları kurulduğunu göremeyecek kadar gerçeklerden uzaksınız demektir. (Daha 2 gün önce Kim, Crespo, Serdar Aziz ve Osayi'siz çıktığımız bjk deplasmanından 1 puan aldık diye! Neler dendiğini hatırlatırım...)

İsmail hoca bu makama da, futbol sahasına da çok yakışıyor. Sevmeyeni yoktur muhtemelen. Diego’nun, Emre’nin, Caner’in, İrfan’ın, Mert Hakan’ın vb. Karakterlerin duygusal yönetimini çok iyi yapabildiğini gördük. Ancak kendi duygusal yönetimi konusunda hala bir o kadar zayıf ve kırılgan olduğunu da görüyoruz. Alkışlanırken bile ağlamamak için zor duruyor. İkinci adam olmam çıkışı, iç dünyasında sürekli git-geller yaşadığı da belli. O naif ve bu sektörlerde pek rastlanmayan ''alçak gönüllü-düzgün'' karakteri onu hem özel hem de güçsüz kılıyor. Hatta bu yüzden onun Anadolu'da asla başarılı olamayacağını düşünüyorum. Başakşehir gibi baskının olmadığı, yönetimden her anlamda destek gördüğü görece rahat takımlarda farkını yaratabilir. 

Bilsem ki arkasında dağ gibi duracak bir başkan, yönetim ve en önemlisi taraftar ordusu olacak. Evet haklısınız, eldeki fazlalıkların hepsini gönderelim, çok iyi bir santrafor, makine gibi bir sol bek, bir golcü kanat forvet bir de rotasyona Crespo profili orta saha alalım; İsmail hoca ile 3 yıllık sözleşme imzalayalım ve farkını burada da yaratma ihtimali için dua edelim. (Başaramadığında da yerden yere vurmak, A kalite hoca lazım demek yok ama 3 sene erdemli bir şekilde bekleyeceğiz...)


Ancak hiçbiri yok… Ve önümüzdeki sezon, Arda Baharı'ndaki gibi geçmeyecek. Sıfırdan başlamak ne kadar iyiyse o kadar da kötüdür… Bir derin nefes çekip Mayıs’a kadar kulaç atmak yok. Uzun mesafeli yüzme için atlayacağız suya, hem de okyanusa. İşte tüm bunlar yüzünden medya şeytanlarının kesip biçip; başkanın ve taraftarın önüne dilimleyemeyeceği, zaten bir transfer daha olsa da uçak rotası seyretsek psikozuna yakalanmış hastalıklı taraftarın da zerre tereddüt etmeden çiğ çiğ yiyemeyeceği; Ali Koç’a ‘’Mr. Ali, lütfen kendi işinize bakınız’’ diyebilecek, takımı değil tüm idareyi eline alabilecek, daha önce okyanusta gemi yüzdürmüş bir isimle ‘’Ali Koç’a rağmen’’ bir vizyon oluşturma ihtimali bana çok daha makul geliyor. 

Dipnot: Bu yazıyı yazalı 1 ay oldu ancak paylaşmaya elim gitmedi. Çünkü İsmail hocayı çok seviyorum. Düşünün ne kadar zor, ne kadar duygusal bir karar. O yüzden Ali Koç’un işi gerçekten zor ancak ben duygularından çıkıp realist olmasını ve planlarına sadık kalıp Yeteneksizsiziniz jürisi Sergen’in bile şampiyonluk olabildiği bu lig için mental manada da ''fazla gelecek'' seviyedeki bir hocayı getirmesini bekliyorum…

21 Nisan 2020 Salı

ANTEP MAÇINI BEN ÇEVİRDİM!

Resim 1
Yıl 1997. 
Karne hediyesi için ne istediğim soruluyor. Henüz hiç formam yok. Tabi ki forma dedim. Ama 10 numaralı! Malum Okocha’lı yıllar... Fakat abim benden çok daha büyük Okocha hastası. Yüzü düştü. Nasıl olacak? Neyse babamla abim çıktılar. Ben diyeyim 7 gün siz deyin 16 ay sürdü. Derken 25 dakika sonra geldiler... Heyecandan ölüyorum. Poşeti açtım. O ne? Çubuklu değil? E hadi düz lacivert formamız da güzel diyelim de bu bambaşka bi forma. (Resim 1'deki formanın lacivertiydi)



 
Resim 2
O sene futbolcuların giydiği değildi?
Hemen abimin formasına baktım. Onunki birebir futbolcuların giydiğiydi! 
(Resim 2'deki forma) Hepsini geçtim formam 8 numaraydı! Abim tabi kesin kendisine 10’u almıştır, dedim. Abimi etrafında döndürdüm.
9 numaraydı... Allah Allah... Cırladım. Allem kallem fırladık abimle dükkana gittik... Çubuklu istiyorum dedim. Yok dedi. E bu benim forma bu yılki formamız değil, ben ondan istiyorum dedim. Var ama sana çok büyük onlar dedi. Hakikaten çok büyüktü. O zaman bunun 10 numarasını ver dedim. O da yok, dedi. O zaman geri verelim ben bunu istemiyorum, dedim. Ona da yok dedi. Gözlerim doldu, dudaklarım düştü. Abi yaklaştı bana. Sanki sihirli sözcükler kuracak gibi bir gizem sardı yüzünü, sesini. Omuzumu tuttu koçum sen nasıl Fenerbahçelisin, dedi. 
Sertçe niye ki, dedim. Sen daha 8 numaranın kıymetini bilmiyorsun, dedi. Bak şimdi Bülent giyiyor, Tarık giyiyor, eskiden İmparator bile giydi 8 numarayı. Hepsini geçtim Rıdvan’ın numarasıdır 8 numara dedi. Yutkundum. Adamdan da 8’den de nefret ederek döndüm eve. Aklım hep 10’daydı ama olsun yaz boyu gururla giyebileceğim bir formam vardı artık...

Yıl 2001.
Stadımız yapılmaya başlanmış, rakipleri korkutan bir değişim/ gelişim enerjisi içindeyiz. 5 senelik hasretin ardından ‘’Efsane geri döndü korksun i**eler, cümle alem alkışlasın şampiyon Fener’’ tezahüratının başladığı ve gerçekten de Efsanenin döndüğüne inandığımız, o yıldan beri hiç tanık olmadığım bir sinerji içindeyiz. Tribünlerin o dönemini yaşamayana anlatabilmem mümkün değil. O yüzden denemeyeceğim bile. Tabi takım da çok acayip. Bazı maçlarda Rapaic, Revivo, Yusuf, Lazetic, Baliç ve Kenneth Anderson’u sahada birlikte izliyoruz. Lükse bak! Nasıl ki bir jenerasyonun hücum futbolu sevdası 103 gollü takımdan kaynaklanıyorsa bence benim nesil için de mantık dışı hücum sevdası bu yılda filizlendi. O yıl her zerresi ile futbol evrenimdeki en özel yıl.

Mabede ilk gittiğim yıl çünkü. Birçok çocuğu ilk maçına babası götürmüştür. Bizde durum öyle değil. Babam her maçı izler falan ama stada gitmek, tribünde olmak o kadar da onun dünyasında yoktu. Beni ve abimi ilk maçımıza canım ortanca dayım götürdü. 15 Ekim 2000.  Fenerbahçe-Çaykur Rize. İlk 50 dakikası Fenerbahçe ile kaleci Hamidou** arasında geçmişti. Kaleci topu değil resmen bir gece önce sabaha kadar tavana bakarak canlandırdığım ilk maç hayallerimi savuşturuyordu. Oyuna ikinci yarıda giren 8 numaralı adam 52.dakikada, 30 metreden, tam kaleyi ortadan gören bir noktadan attığı frikik golüyle o çocuğun, ileride çocuğuna anlatacağı tarifsiz bir sevginin ve öykünün ön sözünü yazdı. Maç dönüşü sokağın köşesini dönüp evimizi gördüğüm anda annem yüzünde şükür dolu bi mutlulukla camda bizi bekliyordu. Sırf buna sebep olduğu için bile Rapaic’e borcum vardı. O gece 8 numara ile barıştım. 10 numaralı forma giyen renktaşlarımı gördüğümde kıskandığım günlerimden helallik istedim.

O MAÇI BEN GERİ DÖNDÜRDÜM! :))))

21 Nisan 2001. 
İkinci kez gidiyoruz mabede üstelik bu sefer babamı ikna etmişiz. Babam, abim, ben Migros’ta üst kattayız. 1 naif baba ve 2 oğlu bilmeden tam GFB’nin en hararetli olduğu noktaya girmişiz. Malum 43.dakikada 3 oldu. İnanılmaz bir hal. Futbolcular durmadan birbirine kızıyor, maçın ortalarına kdar tek vücut gibi olan Maraton tribünle kale arkası arasında tuhaf bir gerilim var. Derken devre arası oldu. Alkol kokusu 4 koltuk önümde olduğu halde burnumu delen yuvarlak gözlüklü, kumral saçlı, zayıf, uzun boylu üniversiteli bir abi -şu saniye yolda görsem tanırım, o suratı asla unutamam- 10 koltuk alttaki başka bir abi ile baya baya kadro konusunda tartışmaya başladı fakat alkol işte kadro konusu ana avrat küfüre varmaya başladı. Kendimizi bi kavganın içinde bulduk. İtiş kakış bitti ama polemik bitmiyordu, derken filmlerde yaşanacak bir sahnede başrol oynadım. (Az sonra anlatacaklarımın doğruluğu üzerine size şu hayatta edilebilecek en büyük yemin ne ise onu edebilirim) Yeter! Diye bağırdım. Dünyanın en naif insanı olan babamın bana dönüp yutkunarak bakışını da asla unutamam. Az sonra ailece dayak yiyeceğiz, hayatımda geldiğim ilk maçta oğullarımla birlikte dayak yiyeceğim, n’apalım kaderde bu da varmış diyen bir adamın bakışlarıydı. Yeter dedim tekrar. Kazanacağız biz bu maçı! Gözlüklü abi sinirle bana döndü. Ne diyorsun ulan, ne kazanıyorsun, dedi. Korktum. Ama vallahi de billahi de tüm hissim buydu. Tekrar ettim biz bu maçı kazanacağız, dedim. 14 yaşında çocuğa söylenmeyecek bir şey söyledi. Siktir lan dedi. Kötü hissettim ama Fenerbahçe 3-0 yeniliyordu. O alkollü heriften daha önemli şeyleri takıyordum. 3-4 dakika geçmeden takım sahaya çıktı. Başları öndeydi. Çok şükür bulunduğumuz tribünde, göremediğim bir grupta o 14 yaşındaki çocuk gibi düşünen abiler de varmış. Çekirdek seslerini yaran bir tezahürat kumandanın tuşu ile ses 1 tık 1tık daha arttırılıyormuşçasına duyuluyordu.

‘’BİZLER İNANDIK SİZ DE İNANIN!''

1 dakikadan fazla sürdü. O abiden ürkerek söylemeye başladım. Abim, babam, diğer abiler derken bizim gruba da yayıldı. O abi sukundu, dişlerini sıkıyordu... Sonra tüm Kale arkasına, Maratona, Numaralı’ya yayıldı (Bilmeyenler için; okul açık inşaat halindeydi) Stat inliyordu. Sonra yine bizim tribün ‘’Buraya, buraya Fenerbahçe buraya’’ dedi. Takım el ele tribüne geldi. Islık bekliyorlardı, bunu değil. Suratlarından okunuyordu hayatlarında bir mucize anını yaşadıkları. Ardından Maraton tribün çağırdı takımı. Oraya da gittiler. Sonrasında tekrar tüm stat ‘’BİZLER İNANDIK SİZ DE İNANIN’’ demeye başladı. Antepli futbolcuların vücut dilinden, yedek kulübesi dahil tüm takımımızın vücut diline, Mustafa Denizli’nin kafa sallayarak taraftarla aynı şeyi düşünmesinden, kameramanlara, stat polislerine kadar herkes o an iklimin değiştiğini ve ikinci yarıda başka bir hikayenin başladığını hissediyordu. Hava akşamın da çökmesi ile serinledi sanıyorduk oysaki tarihte bir kapı açılmıştı. 21 Nisan 2001 akşamı ile cereyan yapıyordu, ondan üşümeye başlamıştık ve haberimiz yoktu.

Tekrar yazmaya gerek yok sahada olanları hepimiz biliyoruz ama 81.dakikada bizde olanı anlatayım. O abi Rapaic’in aşırttığı salise, bırakın topun kaleye girmesini, Rapaic’in ayağından çıktığı salise bana döndü. Topun çizgiyi geçmesini beklemeden, çığlığı bastı. Birkaç saniye sonra gelen gol sesi ciğerimizde patlıyordu. Ağlamaya başladık. Bana sarıldı. Ömrümde az sayılı insanla o kadar sıcak ve gerçek bir sarılma anı yaşamışımdır. Hıçkırarak ağlıyorduk. Beni kollarımdan tuttu, hakkını helal et bana. Sen çok kocaman bi çocuksun, sen çok büyük bir adam olacaksın. Dedi. Tekrar sarıldı. Omuzumda çocuk gibi ağlıyordu. Sinirlerimiz laçka...
Etrafımdaki herkes hem ağlıyor hem gülüyordu. O anı anlatabilecek en iyi tanımlama: ''tam bir Fenerbahçelilik hali...''  50 dakika önce ana avrat küfürleşen herkes birbirinden; en iyi bildikleri dilde, Fenerbahçe dilinde özür diliyordu. Sakinleşmeye başladığım anda abimle kol kola babamın 6-7 sıra aşağıda kalabalık gençlerin altından çıkmaya çalışma çabasını izliyorduk. Pantolonunun dizlerini temizlemeye çalışıyordu ama gençler onu bırakmıyor. Sarılıyor, öpüyor, omzuna giriyor. Babam yanımıza gelemiyor ama bize bakıp gülüyordu. Fenerbahçe’nin kazanmasının yanı sıra gözlerimiz birbirimize ‘’farkında mısınız artık baba-oğul asla unutamayacağımız bir anımız var’’ diyordu. Bunun mutluluğu da tarif edilemezdi... 

Twitter bio’mdan, sabitlediğim tweetimden ve hem twitter hesabımın hem de blog sayfamın isimlerinden anlayacağınız gibi bu maçın ve Rapaic'in hayatımdaki yeri çok büyük ve evet ‘’o maçı ben döndürdüm’’ diyen benim gibi binlerce insan var... Tereddüt etmeden hepsine inanabilirsiniz. Çünkü o maçı biz döndürdük. Tabi şükürler olsun ki bir de Tanrı bize Rap Rap Rapaic’i göndermişti... Ve ben o akşam anlamıştım: İlk formamı bana zorla iteleyen esnaf abi, gerçekten de sihirli sözcükleri olan, özel biriydi ve 4 yıl önce bana 8 numaranın sırrını vermişti.

ÖZETLE;

Bana Fenerbahçe'yi anlat diyen olursa 3 kelime ile anlatabilmek isteyen herkes ''İşte Fenerbahçe Budur'' diyerek bu maçın özet linkini yollayabilir... Biz buyuz. Fenerbahçe 90 dakikalık bir film olsaydı bu olurdu. Biz arada bir çok feci geri düşeriz. Birbirimize sararız,  küfreder, kavga ederiz. Ancak ömründe sadece 1 şampiyonluk görmüş 14 yaşındaki çocuğundan, serserisine, ömründe ilk defa maça giden 50 yaşındaki kibar amcasından, futbolcusuna vazgeçmeyiz, sırt dönmeyiz, hele de inanıp birleştikten sonra öyle Efsane geri döneriz ki; bütün i**eleri korkutur, cümle alemi alkışlatır, tarihte evlatlarımıza anlatacak nice geri dönüşler yazarız... Hatırlatmak isterim bir süredir feci halde gerideyiz!


**Hamidou’ya özel bir paragraf açayım. O da kariyerini Anadolu’da top oynayan 10 futbolcunun 9’unda olduğu gibi Fenerbahçe’ye karşı en iyi oyununu oynamak üzerine kurmuş bir oyuncuydu. Misal 2006 Denizli maçında Olive Kahn’a dönüşüp resmen Selçuk Dereli’den sonra şampiyonluğumuzu engelleyen 2. İsim olmuştu. Kader ya aynı Denizli 2 sene sonra Ali Sami Yen’e gittiğinde Hamidou 88.dakikada ellerinin arasındaki topu absürt bir hata ile Servet’in kafasına bırakacak ve gs averajla liderliğe ortak olacak o haftadan sonra yarışı hep önde götürüp şampiyon olacaktı. Neyse ki hiçbir savcı gariban Hamidou’yu; olmayan kız kardeşine Mini Cooper alındı falan diye suçlamamıştı...

16 Nisan 2020 Perşembe

KIRMIZI KRAMPONLAR

Sene 96-97 karışımı bir şey... Formalar XXXL, şortlar sadece televizyonda görebildiğim o efsanevi günlerdeki (Maradona’lı 80ler) gibi kısacıktan biraz daha hallice. Tüm vücudu dövmeli futbolcuları geçiniz, olabilecek en aykırı şey saç modelleriydi -ki o dönem en moda saç kesimi önler ve yanlar kısa, ense uzun... Yani aslan yelesi ya da arka saç dediğimiz tarihin en kötü saçlarıydı. Neredeyse tüm topçuların imaj aykırılıkları estetiğe karşıydı... O yıl Türk futbolunda kritik bir eşikti. Lakaplı futbolcuların sonuydu. Belki de değildi emin değilim ama ben o yıldan sonra birine Küçük Hakan, Arap İsmail, Ayı Gökmen vb. Şeyler dendiğini pek duymadım. Ya lakaplı futbolcuların pek çoğu jübile yaptı ya da spiker jenerasyonu -iyi ki- değişmişti. Neyse sevgili okur, konumuz; içine iki futbolcu girebilecek bol formalar, arka saçlı santrforlar veya lakaplı futbolcular değil... Konumuz; o sezon Türkiye’de, Fenerbahçe'de başlayıp tüm dünyaya tam anlamıyla yayılan, vidaları ise ciğerlerime saplanan bir akım: 
Kırmızı krampon...

O günlerde bir gün Ali Şen'in Türk futboluna armağan ettiği sayısız ''topçu'' içerisinden bence en iyisi olan, klasiğin ötesinde bir 10 numara ile tanıştık. Şimdiki gibi haberini alır almaz adını yazarak en iyi hareketlerinden oluşan videolarını izleme şansımız olmadığından, ilk analizimizi o dönemlerdeki en geçerli metodumuzla yapmıştık. Futbolcuyu isminden çözmek... Mesela Musampa dediğim anda hemen bir Anadolu takımının kısıtlı yetenekli ama çok koşan orta saha oyuncusu canlanır gözlerde. John Leshiba Moshoeu: Uzun ve karizmatik isimli bir adam, kesin iş yapar! Coulibaly mi?  Saçları da rastalı falan mı? Bak o adam tehlikeli ben deyim sana... (Gizli gizli hala bu tahminleri yapan bir tek ben değilim değil mi? Aubameyang'ın adını duyduğumuzda hangimiz bak o çocuk uçar!'' demedik?) İşte Augustine ''Jay Jay Okocha’mızın o uzun, karizmatik ve kulağa hoş gelen adını duyduğumuzda da pek çok büyüğüm; bak bu topçu iş yapar, demişti... Nitekim ilk çıktığı maçta, rakibini rencide ettiği takribi olarak üçüncü çalımında tüm Fenerbahçeliler, bir isim analizinden daha haklı çıkmanın gururu ve dağılan Oğuz Çetin İmparatorluğu'nun boşluğunu daha spektaküler bir liderle doldurmuş olmanın sevinciyle Okocha'yı gönül hanelerinde FAV'ladı. Ben ise tüm duvarları peynirle dolu bir odaya düşmüş Jerry, ırmaklarından havuç akan bir köyde kaybolan Bugs Bunny gibi büyülenmiş bir şekilde, bir topun peşinden koşan 22 adamın içindeki tek siyah ayakkabı giymemiş olan; komik isimli, sihirli futbolcuyu izliyordum. Diğer herkes saatlerdir toprak eşeleyerek geçmişin sanatını arayan dağınık ve vasat arkeologlar iken; o kırmızı ayakkabılı adam seneler sonra başka bir kazı ekibinin bulmak için ömrünü vereceği eserleri inşa etmekle meşgul bir sanatçı gibiydi. Futbol meğer başka bir şeymişti... Orta halli bir ailenin, yaşına göre çok duygusal ve vicdanlı ikinci çocuğuydum. Babamdan herhangi bir şeyi satın almasını istediğimi hiç hatırlamıyorum. Ama o kırmızı kramponlardan benim de olmalıydı! 

Belki de o ayakkabıyı giyen futbolcunun öyle sihirli güçleri oluveriyordu? Ya da o ayakkabıların hiç bir artısı yoktu ve hatta çok rahatsızdı. Fakat ne olursa olsun istiyordum. O kırmızı pabuçları giymeli ve okulun en havalı, en teknik oyuncusu ben olmalıydım! Uzun araştırmalar sonucu Puma'nın Okocha
'ya sponsor olduğunu ve o ayakkabının ona özel olduğunu öğrenmiştik. Tabi o dönemler o markaların kramponlarından satın almak için, hele de ayak numarası 6 ayda bir değişen iki çocuğa birden almak için orta halliden biraz daha iyi halli olmak gerekiyordu... Kısa süre sonra çok sevdiğim teyzemin abimi ve beni sinemaya götürdüğü bir bayram günü, algıda seçiciliğimle, hayalini kurduğum ürünün çekiciliği iki saniyelik bir bakışta birleşmişti. Koskocaman bir kırtasiyenin vitrininde o meşhur marka olmayançakma kırmızı bir krampon duruyordu! Hemen abime gösterdim. İlk defa yakından görecektik. Heyecanla vitrine yaklaştık, Dış yüzeyi Okocha'nın pabuçları gibi mat kırmızı değil de bayrak kırmızısı olan ve vidaları kırık beyaz değil de siyah olan çakma kramponu Alaaddin'in sihirli lambasını bularak dilek hakkını sınırsız pizzadan yana kullanmış Ninja Kaplumbağa Michelangelo gibi izliyorduk. İçeri girdik, fiyatını sorduk. Asla unutmadığım nadir pahalardandır: 2.5 milyon... Abimle gözlerimizle konuşuyorduk. Haliyle teyzem ve kırtasiyeci tek kelime anlamıyordu. Ben n'olur alalım diyorum, abim hayır teyzeme yük olmayalım diyor. Kaşlarımı eğiyorum... 

Derken bu hayal kırıklarını, içimin halı altlarına süpürüp bayram tatili sonrası ilk gün sınıfa girdiğimde; arkadaş grubumun en arka sıranın etrafında toplandığını gördüm. Birisine sorular soruyorlardı, bir merak var belli... İşin garibi merak var fakat hiç kız yok? Bu daha da merak uyandırıcı. Yaklaşıyorum, kalabalığı yarıyorum. Tüm sınıfın, öğretmenimizin, müdürün, okulun belki de ebeveynlerinin bile sevmiyor olabileceği p*ç Serhat, okul pantolonunun altına giyerek geldiği kırmızı kramponlarının tanıtımını yapıyor. O an 94 finalinde penaltı kaçıran Roberto Baggio'nun acı eşiğine ulaşmıştır midemdeki hissiyat... Adeta Serhat kırmızı kramponlarıyla karnımın üstüne çıkmış, tepine tepine tüm vidalarıyla vicdanımı, yufka yüreğimi, ciğerlerimi parçalamıştı. Hayatımda bu hikayem dışında hiç kimseyi, herhangi bir şeyi kıskandığımı hatırlamam ancak o kırmızı kramponları öyle kıskanmıştım ki teneffüslerde meşrubat kutusu ezerek yaptığımız maçlarda, normal şartlar altında oynamasını asla istemediğim Serhat'ın her maç ilk 6 kişilik kadroda olmasını, mümkünse topla/teneke ile en çok buluşan oyuncu olmasını istiyordum. Tüm oondan aldığım keyfi başka hiç bir maçta alamadığım5 dakikalık maçlarımızda, kırmızı ayakkabılı antipatik çocuğun koşu mesafesi ve şut istatistiklerinde en üst sırada olmasıydı tek arzum. Vidaları erimeli, derisi soyulmalıydı zira...

İtiraf edeyim abim benden daha büyük hayranıydı Okocha'nın. Yatağının yamacında Hürriyet Gazetesinden alarak büyük bir heyecanla yapıştırdığı gerçek ebatlı (174cm) posteri dururdu. Gel zaman git zaman içten içe korktuğumuz başımıza gelecekti. Okocha rekor bonservis bedeliyle (16.5M) Paris Saint Germain ile anlaşmıştı, gidiyordu. Kader öyle bir şakacıydı ki babamın ikimizi de alıp spor ayakkabı satan bir dükkana götürmesi bu anlaşmadan 1-2 hafta sonraya denk gelmişti....
Çocuklar milyonlarca renkle doğar, hayat her gün bir renk çalar ellerinden. O yüzden bitiş simsiyah olur zaten.
Okocha, mat kırmızıyı ve kemik beyazı çalıp gitmişti benden. O yüzden spor ayakkabıcıda abimin ''
şu kırmızı olanı, 38 numara...'' demesi, benim de ''şu fosforlu yeşil logolu siyah olanı'' istiyorum dememle bitmişti o kırgın, unutulmaz ticaret... (Yine de 2 sene sonra tüm renklerde kramponlar çıktığında dayanamayıp almış olsam da...)

Otobüste gördüğün, göz göze gelmeye başladığın, kalbin pır pır ettikçe
hadi topla cesaretini, tanış dediğin fakat bir durak sonra usulca indiğinde resmen aşk acısı çektiğin o güzel kızdı/çocuktu Jay Jay Okocha. Ukdeydi. (En büyük ukdem değildi ama o başka bir yazının konusu) 
Ne gitme dur, diyebildi taraftarı ona, ne de bir daha aynı saatte, aynı otobüste karşılaşabildi.

27 Eylül 2019 Cuma

DERBİNİN BENCESİ


Ömrü Fenerbahçe kompleksi ile geçen paratora göre ‘’Bakın ben cevap vermeye değmeyecek insanlara cevabı ancak böyle sahada veririm’’ diyeceği anın hazzı ŞL’de alacağı 3 puandan çok ötede… Eminim 2 haftadır varını yoğunu bu maçı kazanıp caka satmak için harcıyor.

Kaldı ki kötü futbol oynuyorlar, takım olamadılar, dışarı yansımasa da bir iç huzursuzlukları var. Ve bizden 4 gün sonra PSG ile oynayacaklar. Yani 2 maçta tüm kulüp sorgulanır hale gelebilir…
3 puandan hatta bir derbiden çok öte bir maç onlar için… Öyle ki ŞL’de gruptaki tek rakibi Brugge ile oynarken dahi Falcao’yu, Feghouli’yi saklayacak kadar önem veriyorlar bu maça.

Bu yüzden maçın tüm kaderini ilk 15 dakika ve Ersun hoca belirleyecek. Sahaya tüm hatları ile saldırıp mutlaka gol atmak için çıkacaklar, çünkü kırılgan ve Allah’a emanet savunmamızın farkındalar… Ersun Yanal kafasında pek B planı olmayan bir hocadır.
Ancak son haftalarda potada olmayı sağlayan geniş zamanda kullanılan A Planı iken; B ve C planları şampiyonluğu getiren detaylardır. (Örneğin: Ali Güneş’in 2001’de gizli forvet oynaması çok acayip bir işti…)
O yüzden bu maçta 0-0’ın değerini bilerek oynamalı, sabırlı, sakin, topu karşılayan takım olmalıyız. Tabi bu kalenin önünde pas yapıp duralım onları üstümüze çekelim demek değil. O plan kıyametimiz olur… En azından ilk 15-20 dakika, onları karşılamalı, Gustavo ve Emre ile topu tutabildiğimiz kadar tutmalı, gol yemeden sahamızda yorulmalarını sağlamalıyız.

Bu süreyi 0-0 atlatırsak fiziken çok daha alt seviyemizde olan ve planını işletememenin stresini yaşayacak olan rakibe karşı maç içinde yine A Planına dönüp oyunu domine edebiliriz. Hele ki 20-45 arası atacağımız bir gol her şeyi değiştirir. Yani zaferin yolu; ligin ilk 15 dakikasını en iyi oynayan takım olmamıza rağmen ilk defa çok sakin başlamamız ve ‘’1 puan cepte’’ gibi oynamamızda saklı.

Aksi bir gereksiz cesur planda; Allah korusun ama savunma arkasına çok rahat top kaçırabilen, riskli bölgede çok top kaybı yaparak Belhanda’nın ara paslarına sıklıkla imkan verme potansiyeli olan bu savunma ile Babel, Falcao, Feghouli üçlüsüne yılın maçını oynatabiliriz…


Herkes saldıracaklarını düşündüğü için ‘’gs çok açık verir’’ düşüncesiyle ‘’tam da Garry’nin maçıydı’’ diyor… Bence aksine Garry’nin yokluğunu avantaja dönüştürebiliriz. Zira karşımızda B.Münih maçından bu yana bize karşı en baskılı ve motive oynayacak takım olacak.

Benim mutluluk tarifim: Sağlam, dinamik, kanatlardan bindirecek değil, kilitleyecek bir orta saha… İlk 20 dakikayı kazasız atlattıktan sonra da sazı eline alacak bir ileri 3’lüde… 


                             Altay

 Ozan       Zanka             Serdar             Dirar

                                                                  
         Jailson      Gustavo    Tolga

                             Emre

              M.Kruse
                                   Muriç

Gustavo stoperde- Jailson ortada yapıp işleyen sistemke devam etmek de bir seçenek ama Gustavo'nun geçen haftaki libero performansından mahrum kalmaktansa stoperde rakibi iyi tanıyan ve Zanka’yı en iyi tamamlayabilecek olan Serdar’ı seçerdim. H.Berlin'de sol kanat/ sol iç geçmişi olan Tolga, Tudor’un onu solda oynatması ile 6-7 gol katkısı vermiş, fark yaratmıştı. Yine mümkün. Hasan Ali’nin iyi olmasını ve Jailson yerine Ozan’ın oynamasını daha çok isterdim ama eldeki imkana göre şimdilik oradaki 3. İsmim Jailson. 

Emre İnter’deki Emre gibi yani Barselona’nın en parlak dönemindeki Iniesta gibi rol alırsa daha az efor harcar, Tek formdaki isimleri olan Nzonzi’nin maça dahil olmasını engeller, Kruse’ye geldiği günden beri hiç bulmadığı özgürlüğü tanır ve fırsatları sunar, presi önde başlatır, top onlardayken, özellikle de bireysel hataya yatkın Luyindama-Marcao’da iken onların hamlelerini manipüle eder. Eder de eder… Emre işte anlatmaya gerek yok.

Beklerimiz zaten devşirme iken kanat yollarını tehditsiz bırakmamız, onlara rahat çıkabilecekleri alanlar yaratmamız risk mi, evet ama karşımızda Belhanda’yı ve orta sahasını kilitlediğinde vasatlaşan bir takım var… İnanıyorum ki orta saha bizde olursa maç bizde olur… İşte burada sıra dışı, tüm planları çöpe atabilecek tek bir faktör var: Falcao. Advocaat hoca iken Kadıköy’de oynadığımız derbide formu yerlerde gezen RVP’nin tek başına maçı alması gibi…

Hislerim pek pozitif değil. Olmayan takım savunmamız, bireysel hatalar ve köşeye sıkışmış; yenmekten başka çaresi olmayan 50bin kişilik rakip ayrıca 12. Adamları Cüneyt Çakır beni ümitsizleştiriyor. Ama ne olursa olsun bu yıl Mekanın Sahibi geri geldi! Her an her şey olabilir:) 

Dipnot: Pozitif olmamama rağmen midemin kıyısında köşesinde bir yerde ne hikmetse 80 sonrası Mevlüt Erdinç’in golüyle kazandığımız bir his beni dürtüp duruyor:) 
Umarım doğru çıkar... 




3 Eylül 2019 Salı

TRANSFER MAYMUNLARI


Çocukken abimle bir kuralımız vardı. Gazeteyi kim alırsa alsın eve gelene kadar asla bakmayacak!
Kahvaltıdan önce de bakmak yok. Kahvaltı bittiği anda ilk kapan heyecanla sererdi mermer sehpaya. Batigol Geliyor!, Gravesen Fener’de!, Fenere Gol Makinesi!, Almeida Yola Çıktı!, Genç İbrahimoviç: Dedem Fenerbahçeliydi!

Gerçekleşme ihtimali değil, hayali yeterdi bizi mutlu etmeye. Zaten futbol hayal ettiğin müddetçe güzel. Alper’in aldığı maaşı hesaplayıp muhasebeci olmaya başladığın anda, taraftar değil seyircisin, sen gelme boşver… Ya da yönetimler salt seni mutlu etmek için emrinde çalışıyormuş gibi düşünmeye başladığın anda… Hemen uzaklaş armadan. Ben kimim de sana Fenerden uzak dur diyorum değil mi? Ben tüm yaz Batistuta konuşulsa da Washington’u getirdiklerinde sanki patronuymuşum gibi yönetimi idam sehpasına götürmeyen, hiç tanımadığım Washingtonla da mutlu olan, sezona umutla, pozitif enerjiyle başlayan, çocuğun büyümüş haliyim. Benim çocukluğum senin adamlığını tribüne sulu götürür, susuz getirir… 

Hayatımın en özel sezonundan örnekleyeyim. Mustafa Denizli’nin çok istediği 3 isim alındı. 
Milan Rapaic; Alkole düşkün, uyumsuz, tembel olduğu söyleniyor ama çok teknikmiş… Sonra manşetlerde şu haberi gördük. Rüzgarın Oğlu Lazetic Fenerbahçe’de!  100 KM’yi 11 saniyede koşabilen sağ kanat ile anlaşıldı… Ardından Revivo. Haber bültenlerinde hep aynı 3 golü gösteriliyor, başka bir bilgi yok. İsrailli olduğu için çok tanınır da değil. Bu isimlere verilen toplam bonservisler sırası ile 6M-5M-2.5 Milyon Euro. Bakın yanlış anlamayın sene 2000. 

Rapaic benim için çok özel olduğu gibi istisnasız her Fenerbahçeli için de öyle oldu. Efsaneleşti gitti. Revivo rakibe gittiği için unutulsa da o 2 yıl taraftarın göz bebeğiydi, katkısı müthişti. Lazetiç şimdinin tabiri ile inanılmaz bir scouting başarısıydı. 1.5 senede parladı ve önce Como’ya oradan da yine 1 senede dönemin en popüler kulüplerinden Lazio’ya yürüdü. Bu adamların şimdi geldiğini bi düşünelim mi? Twitter’daki bu futbol profesörleri hemen Youtube’a girip Rapaic/Revivo/Lazetic skills yazacaktı, ardından Transfermrkt’e girecekti. 3 ‘ünün de istatistikleri epey vasat olduğu için muhtemelen ‘’ÇÖP’’,  ‘’Bu çöplere 13 milyon vereceğine gidip bıdı bıdıyı almayan yönetim, bizden de forma, kombine almamızı beklemesin’’, ‘’Vasatlığa alıştırıldık, Aykut Kocaman ABV’’ minvalinde lakırdılar edilecekti… (Aykut hoca da yine güme gitti tabi durduk yerde:))

Oysa ben 13 yaşında bir çocukken hemen aldım elime kağıt kalemi 11 tane nokta çizdim kağıda. Sola Rapaic’i koydum, Sağa Lazetiç’i, Ortaya Revivo, önlerinde Kenneth Anderson… Kafamda en az 7-8 maçı oynadım. Lazetiç topu bir alıyordu Ergün’ün, Hakan’ın yanında deparla geçip orta sahadan çizgiye 5.5 saniyede inip ortayı kesiyordu Anderson kafayı çakıyordu. Rapaic ardı ardına çalımlarla show yapıyordu. Revivo o haber bültenlerinde dönüp duran golü gibi frikik golleri atıp duruyordu… Sonuç: Heyecan, mutluluk, merak, tutku, aşk… -tı

Transfer dönemlerine o yaşlarımdan beri bayılırım. Bu yaşa geldim hala iş toplantısında bile çaktırmadan kağıtlara kafamdaki kadroları yazarım. Şöyle söyleyeyim bu yaz en az 80 ayrı kadro çıkarmışımdır. Hastasıyım. Ama artık kimin aylık ne maaş aldığıyla, kime ne bonservis ödendiğiyle sapık gibi ilgilenen, takımın 20 yıllık kaptanına ‘’sözleşme yenilensin ama para almayacaksa!’’ Falan diyecek kadar emekten, yaşamın gerçeklerinden uzak, her oyuncuyu 3 skills videosu ile tanıyacak kadar futbolu bilen, futbol yorumlama düzeyi ‘’çöp, vasat, ya da çiğ etle belsenmiş, sahada adam yer’’ gibi embesil laflardan öte geçemeyen; sabah, akşam, her dakika transfer isteyen, 20 adam gelse de neden 21.si gelmedi diye tepki gösteren, medyanın ya da Twitter duyumcularının sunduğu, belki de bir kez dahi görüşülmemiş isimlere saplanıp kalan hatta yönetime baskı yaparcasına isteyen, hashtag çalışmaları başlatan, olmayınca da yönetim başarısızlığı ile sonuçlandıran, yaz döneminin keyfini, yeni sezonun heyecanını, en önemlisi armayı değil isimleri önde tutan ''transfer maymunu'' diye adlandırdığım öyle bir profil var ki transferden de döneminden de soğuttu.  Orta saha Afrikalı olmalı diye yorum okudum ben bu platformda ya. ORTA SAHA AFRİKALI olmalı... Kardeşim yarın gel sportif direktör olarak başla bu nasıl bir öngörü, nasıl derin bir futbol bilgisi? Afrika temsilciliğin hazır…

Özetle transfer döneminin bitmesine hiç bu kadar sevindiğim olmamıştı. Şu hayatta hiçbir şey beni Fenerbahçe’den soğutamaz ama bu profil bu gidişle beni futboldan soğutacak… Neyse ki yaz dönemi geçen yıldan alınan derslerle, asla alınmamış derslerle, sevabıyla, günahıyla kaosuyla, diplerde gezen iletişim süreciyle, vasat altı transfer açıklama videolarıyla bitti. Belirli futbolcular için kaybedilen zaman ve prestije gıcık olsam da bu dönem en sevindiğim şey hiçbir futbolcuyu havaalanında 3.dünya ülkesi refleksleri ile karşılayan binlerce taraftarın olmamasıydı. Bir diğer sevinç sebepleri: Maaş bütçesinin 16 milyon euro düşmesi, kirli rakibimizle girdiğimiz tüm transfer yarışlarında tabiri caizse tokatlayarak psikolojik üstünlüğü geri almamız... En güzel konu ise Abdülcebrail, Berke, Oğuz Kağan, Mahsun, Burak, Barış gibi kullanılmayacak gençlerin kiraya verilmesi oldu. Transferlerdeki genel teknik değerlendirmeyi ayrıca yazmak istiyorum. Zira iyi/ kötü bazı söyleyeceklerim var…