16 Nisan 2020 Perşembe

KIRMIZI KRAMPONLAR

Sene 96-97 karışımı bir şey... Formalar XXXL, şortlar sadece televizyonda görebildiğim o efsanevi günlerdeki (Maradona’lı 80ler) gibi kısacıktan biraz daha hallice. Tüm vücudu dövmeli futbolcuları geçiniz, olabilecek en aykırı şey saç modelleriydi -ki o dönem en moda saç kesimi önler ve yanlar kısa, ense uzun... Yani aslan yelesi ya da arka saç dediğimiz tarihin en kötü saçlarıydı. Neredeyse tüm topçuların imaj aykırılıkları estetiğe karşıydı... O yıl Türk futbolunda kritik bir eşikti. Lakaplı futbolcuların sonuydu. Belki de değildi emin değilim ama ben o yıldan sonra birine Küçük Hakan, Arap İsmail, Ayı Gökmen vb. Şeyler dendiğini pek duymadım. Ya lakaplı futbolcuların pek çoğu jübile yaptı ya da spiker jenerasyonu -iyi ki- değişmişti. Neyse sevgili okur, konumuz; içine iki futbolcu girebilecek bol formalar, arka saçlı santrforlar veya lakaplı futbolcular değil... Konumuz; o sezon Türkiye’de, Fenerbahçe'de başlayıp tüm dünyaya tam anlamıyla yayılan, vidaları ise ciğerlerime saplanan bir akım: 
Kırmızı krampon...

O günlerde bir gün Ali Şen'in Türk futboluna armağan ettiği sayısız ''topçu'' içerisinden bence en iyisi olan, klasiğin ötesinde bir 10 numara ile tanıştık. Şimdiki gibi haberini alır almaz adını yazarak en iyi hareketlerinden oluşan videolarını izleme şansımız olmadığından, ilk analizimizi o dönemlerdeki en geçerli metodumuzla yapmıştık. Futbolcuyu isminden çözmek... Mesela Musampa dediğim anda hemen bir Anadolu takımının kısıtlı yetenekli ama çok koşan orta saha oyuncusu canlanır gözlerde. John Leshiba Moshoeu: Uzun ve karizmatik isimli bir adam, kesin iş yapar! Coulibaly mi?  Saçları da rastalı falan mı? Bak o adam tehlikeli ben deyim sana... (Gizli gizli hala bu tahminleri yapan bir tek ben değilim değil mi? Aubameyang'ın adını duyduğumuzda hangimiz bak o çocuk uçar!'' demedik?) İşte Augustine ''Jay Jay Okocha’mızın o uzun, karizmatik ve kulağa hoş gelen adını duyduğumuzda da pek çok büyüğüm; bak bu topçu iş yapar, demişti... Nitekim ilk çıktığı maçta, rakibini rencide ettiği takribi olarak üçüncü çalımında tüm Fenerbahçeliler, bir isim analizinden daha haklı çıkmanın gururu ve dağılan Oğuz Çetin İmparatorluğu'nun boşluğunu daha spektaküler bir liderle doldurmuş olmanın sevinciyle Okocha'yı gönül hanelerinde FAV'ladı. Ben ise tüm duvarları peynirle dolu bir odaya düşmüş Jerry, ırmaklarından havuç akan bir köyde kaybolan Bugs Bunny gibi büyülenmiş bir şekilde, bir topun peşinden koşan 22 adamın içindeki tek siyah ayakkabı giymemiş olan; komik isimli, sihirli futbolcuyu izliyordum. Diğer herkes saatlerdir toprak eşeleyerek geçmişin sanatını arayan dağınık ve vasat arkeologlar iken; o kırmızı ayakkabılı adam seneler sonra başka bir kazı ekibinin bulmak için ömrünü vereceği eserleri inşa etmekle meşgul bir sanatçı gibiydi. Futbol meğer başka bir şeymişti... Orta halli bir ailenin, yaşına göre çok duygusal ve vicdanlı ikinci çocuğuydum. Babamdan herhangi bir şeyi satın almasını istediğimi hiç hatırlamıyorum. Ama o kırmızı kramponlardan benim de olmalıydı! 

Belki de o ayakkabıyı giyen futbolcunun öyle sihirli güçleri oluveriyordu? Ya da o ayakkabıların hiç bir artısı yoktu ve hatta çok rahatsızdı. Fakat ne olursa olsun istiyordum. O kırmızı pabuçları giymeli ve okulun en havalı, en teknik oyuncusu ben olmalıydım! Uzun araştırmalar sonucu Puma'nın Okocha
'ya sponsor olduğunu ve o ayakkabının ona özel olduğunu öğrenmiştik. Tabi o dönemler o markaların kramponlarından satın almak için, hele de ayak numarası 6 ayda bir değişen iki çocuğa birden almak için orta halliden biraz daha iyi halli olmak gerekiyordu... Kısa süre sonra çok sevdiğim teyzemin abimi ve beni sinemaya götürdüğü bir bayram günü, algıda seçiciliğimle, hayalini kurduğum ürünün çekiciliği iki saniyelik bir bakışta birleşmişti. Koskocaman bir kırtasiyenin vitrininde o meşhur marka olmayançakma kırmızı bir krampon duruyordu! Hemen abime gösterdim. İlk defa yakından görecektik. Heyecanla vitrine yaklaştık, Dış yüzeyi Okocha'nın pabuçları gibi mat kırmızı değil de bayrak kırmızısı olan ve vidaları kırık beyaz değil de siyah olan çakma kramponu Alaaddin'in sihirli lambasını bularak dilek hakkını sınırsız pizzadan yana kullanmış Ninja Kaplumbağa Michelangelo gibi izliyorduk. İçeri girdik, fiyatını sorduk. Asla unutmadığım nadir pahalardandır: 2.5 milyon... Abimle gözlerimizle konuşuyorduk. Haliyle teyzem ve kırtasiyeci tek kelime anlamıyordu. Ben n'olur alalım diyorum, abim hayır teyzeme yük olmayalım diyor. Kaşlarımı eğiyorum... 

Derken bu hayal kırıklarını, içimin halı altlarına süpürüp bayram tatili sonrası ilk gün sınıfa girdiğimde; arkadaş grubumun en arka sıranın etrafında toplandığını gördüm. Birisine sorular soruyorlardı, bir merak var belli... İşin garibi merak var fakat hiç kız yok? Bu daha da merak uyandırıcı. Yaklaşıyorum, kalabalığı yarıyorum. Tüm sınıfın, öğretmenimizin, müdürün, okulun belki de ebeveynlerinin bile sevmiyor olabileceği p*ç Serhat, okul pantolonunun altına giyerek geldiği kırmızı kramponlarının tanıtımını yapıyor. O an 94 finalinde penaltı kaçıran Roberto Baggio'nun acı eşiğine ulaşmıştır midemdeki hissiyat... Adeta Serhat kırmızı kramponlarıyla karnımın üstüne çıkmış, tepine tepine tüm vidalarıyla vicdanımı, yufka yüreğimi, ciğerlerimi parçalamıştı. Hayatımda bu hikayem dışında hiç kimseyi, herhangi bir şeyi kıskandığımı hatırlamam ancak o kırmızı kramponları öyle kıskanmıştım ki teneffüslerde meşrubat kutusu ezerek yaptığımız maçlarda, normal şartlar altında oynamasını asla istemediğim Serhat'ın her maç ilk 6 kişilik kadroda olmasını, mümkünse topla/teneke ile en çok buluşan oyuncu olmasını istiyordum. Tüm oondan aldığım keyfi başka hiç bir maçta alamadığım5 dakikalık maçlarımızda, kırmızı ayakkabılı antipatik çocuğun koşu mesafesi ve şut istatistiklerinde en üst sırada olmasıydı tek arzum. Vidaları erimeli, derisi soyulmalıydı zira...

İtiraf edeyim abim benden daha büyük hayranıydı Okocha'nın. Yatağının yamacında Hürriyet Gazetesinden alarak büyük bir heyecanla yapıştırdığı gerçek ebatlı (174cm) posteri dururdu. Gel zaman git zaman içten içe korktuğumuz başımıza gelecekti. Okocha rekor bonservis bedeliyle (16.5M) Paris Saint Germain ile anlaşmıştı, gidiyordu. Kader öyle bir şakacıydı ki babamın ikimizi de alıp spor ayakkabı satan bir dükkana götürmesi bu anlaşmadan 1-2 hafta sonraya denk gelmişti....
Çocuklar milyonlarca renkle doğar, hayat her gün bir renk çalar ellerinden. O yüzden bitiş simsiyah olur zaten.
Okocha, mat kırmızıyı ve kemik beyazı çalıp gitmişti benden. O yüzden spor ayakkabıcıda abimin ''
şu kırmızı olanı, 38 numara...'' demesi, benim de ''şu fosforlu yeşil logolu siyah olanı'' istiyorum dememle bitmişti o kırgın, unutulmaz ticaret... (Yine de 2 sene sonra tüm renklerde kramponlar çıktığında dayanamayıp almış olsam da...)

Otobüste gördüğün, göz göze gelmeye başladığın, kalbin pır pır ettikçe
hadi topla cesaretini, tanış dediğin fakat bir durak sonra usulca indiğinde resmen aşk acısı çektiğin o güzel kızdı/çocuktu Jay Jay Okocha. Ukdeydi. (En büyük ukdem değildi ama o başka bir yazının konusu) 
Ne gitme dur, diyebildi taraftarı ona, ne de bir daha aynı saatte, aynı otobüste karşılaşabildi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder