KİMLİK KARTI
Tanıştığım ilk Avrupa maçımız, aynı zamanda izlediğim en özel
birkaç maçtan biri olan; Kemalettin’in, yıllar sonra Selçuk Şahin’e devredeceği
“tuhaf şut golü” genetiği ile 1-0 kazandırdığı, Maccabi Tel Aviv maçının, mabetteki rövanşıydı. Hem hayatımda heyecanını yaşadığım ilk Avrupa maçımdır hem solumda
kalanlar sıralamamda; Rapaiç’in ardından gelen Okocha’nın resital golüyle kırmızı
kramponlarına iyiden iyiye aşık olmaya başlayışımdır hem de babam ve
arkadaşının demlendiği, arada bir göz ucuyla süzdüğüm o kallavi sofradan, babamın
anneme çaktırmadan çağırıp “al bakim kerhaneci” diye içirdiği ilk rakıdır o maç…
Kalecinin sağına giden top, yutağımdan akan zehr-i şerbet… Solumdan saldıran son 15
dakikadaki taşikardiler… Her tadı hala damağımdadır. Kafam hala leyla, kalbim hala
aşık, hala ritimsiz…
Girizgahı uzatmayayım, işte ilkokulda kırmızı krampon giymenin “orta hallilik
götergesi” olduğu, doğrusu orta hallilik kavramının olduğu o güzel günlerden, ya
fakirsin ya zengin günlerine, mertliğin çoktan bozulduğu, kramponun pembesinin
bile çıktığı, rakının çocuklara gizlice tattırıldığı değil, statlarda çocukların başına
atılıp hastanelik edildiği bu günlere kadar nice Avrupa maçı oynadık. Sanıyorum
ortak kanımızdır ki en iyi oynadığımız Zico’lu çeyrek final dönemi dahil, Fenerbahçe’min
genlerinin her zerresini yansıtabildiği böylesine bir Avrupa maçı hatırlamıyorum.
İbrahimoviç’li İnter’i sahasına kapadığımız maç, bu konuda benim en yüksek
çıtam iken, dün akşam süper ligde bile (hatta Galatasaray maçlarında bile) hiç
oynamadığımız kadar dominant, ne yaptığını bilen ve herkesin hayalini kurduğu,
sağdan-soldan, ortadan, şuttan, duran toptan, tabiri caizse “tekme tokat” döven,
aynı zamanda tek bir pozisyon dahi vermeyen üst düzey bir takım izledik. Eleştirebilecek
noktaları söylemeye utanıp dillendirtmez bazı maçlar. İşte öyle bir maçtı. “Şunlar
da olmasaydı” dersem küfür yiyebileceğim hayal gibi bir maç. O yüzden o meramımı başka bir yazıya saklıyorum…
Maç sonu, bugüne kadar tüm hocalar arasında duyduğum en “vay be” dedirten
söylemde bulundu hoca: “Tıpkı insanlar gibi takımların da kimlik kartı var ve
Fenerbahçe’nin kartında ‘oyunu domine eder, rakip yarı alanda oynar, ani
atakları durdurur’ yazmalı” dedi… Gerçekçi olmasa da manasını anlayabildiğim “Rakip
Real Madrid bile olsa” eklemesi dahil, her harfine imzamı atarım! Ersun Yanal stratejik,
net ve motive edici söylem konusunda çok iyiydi fakat Pereira bu konuda bir üst
seviyede ve sadece takımı değil camianın dinamiklerini de çok güçlü harekete
geçiriyor. Kafasındaki sistem, çok daha azını yapabilse de Aykut Hoca ile deneyimlediğimiz gibi bu kupada
iş gören bir sistem. Eğer her maça yayabilir, Avrupa-Süper Lig ayrımı
olmaksızın aynı motivasyonu sağlayabilirse, 2 kulvarda da kupa hayali yanı başımızda
olmasa da sanıldığı kadar uzakta değil. Hatta hakem ve canavar düzen faktörünü
göz önüne alınca bu disiplinle devam halinde Avrupa’da kupa, Türkiye’dekinden daha
kolay bile olabilir! Büyük resme baktığımda ise bambaşka bir hayal, heves
kımıldıyor midemde. Uzun yıllar sürecek bir sabır denemesi. Bu disiplin ve
sistemin kulübün temel harcı haline gelmesi ve “sistem takımı” olmak... Avrupa’da bir
dönem PSV, bir dönem Porto ve en uç örnekle Arsenal istikrarı yakalayabilmek…
Bu imkansız değil sadece zaman alacak zor bir seçim. Bu seçim yöneticilerden
ziyade bizim seçimimiz… İşte o yüzden “Şunlar olmasaydı” diyebileceğim diğer bir yazıda görüşmek üzere. En kötü günümüz de futbolumuzda böyle olsun, Bursa maçı 3 olsun bizim olsun canım renktaş…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder