17 Şubat 2016 Çarşamba

KİMLİK KARTI

Tanıştığım ilk Avrupa maçımız, aynı zamanda izlediğim en özel birkaç maçtan biri olan; Kemalettin’in, yıllar sonra Selçuk Şahin’e devredeceği “tuhaf şut golü” genetiği ile 1-0 kazandırdığı, Maccabi Tel Aviv maçının, mabetteki rövanşıydı. Hem hayatımda heyecanını yaşadığım ilk Avrupa maçımdır hem solumda kalanlar sıralamamda; Rapaiç’in ardından gelen Okocha’nın resital golüyle kırmızı kramponlarına iyiden iyiye aşık olmaya başlayışımdır hem de babam ve arkadaşının demlendiği, arada bir göz ucuyla süzdüğüm o kallavi sofradan, babamın anneme çaktırmadan çağırıp “al bakim kerhaneci” diye içirdiği ilk rakıdır o maç… Kalecinin sağına giden top, yutağımdan akan zehr-i şerbet… Solumdan saldıran son 15 dakikadaki taşikardiler… Her tadı hala damağımdadır. Kafam hala leyla, kalbim hala aşık, hala ritimsiz…

Girizgahı uzatmayayım, işte ilkokulda kırmızı krampon giymenin “orta hallilik götergesi” olduğu, doğrusu orta hallilik kavramının olduğu o güzel günlerden, ya fakirsin ya zengin günlerine, mertliğin çoktan bozulduğu, kramponun pembesinin bile çıktığı, rakının çocuklara gizlice tattırıldığı değil, statlarda çocukların başına atılıp hastanelik edildiği bu günlere kadar nice Avrupa maçı oynadık. Sanıyorum ortak kanımızdır ki en iyi oynadığımız Zico’lu çeyrek final dönemi dahil, Fenerbahçe’min genlerinin her zerresini yansıtabildiği böylesine bir Avrupa maçı hatırlamıyorum. İbrahimoviç’li İnter’i sahasına kapadığımız maç, bu konuda benim en yüksek çıtam iken, dün akşam süper ligde bile (hatta Galatasaray maçlarında bile) hiç oynamadığımız kadar dominant, ne yaptığını bilen ve herkesin hayalini kurduğu, sağdan-soldan, ortadan, şuttan, duran toptan, tabiri caizse “tekme tokat” döven, aynı zamanda tek bir pozisyon dahi vermeyen üst düzey bir takım izledik. Eleştirebilecek noktaları söylemeye utanıp dillendirtmez bazı maçlar. İşte öyle bir maçtı. “Şunlar da olmasaydı” dersem küfür yiyebileceğim hayal gibi bir maç. O yüzden o meramımı  başka bir yazıya saklıyorum…
Maç sonu, bugüne kadar tüm hocalar arasında duyduğum en “vay be” dedirten söylemde bulundu hoca: “Tıpkı insanlar gibi takımların da kimlik kartı var ve Fenerbahçe’nin kartında ‘oyunu domine eder, rakip yarı alanda oynar, ani atakları durdurur’ yazmalı” dedi… Gerçekçi olmasa da manasını anlayabildiğim “Rakip Real Madrid bile olsa” eklemesi dahil, her harfine imzamı atarım! Ersun Yanal stratejik, net ve motive edici söylem konusunda çok iyiydi fakat Pereira bu konuda bir üst seviyede ve sadece takımı değil camianın dinamiklerini de çok güçlü harekete geçiriyor. Kafasındaki sistem, çok daha azını yapabilse de Aykut Hoca ile deneyimlediğimiz gibi bu kupada iş gören bir sistem. Eğer her maça yayabilir, Avrupa-Süper Lig ayrımı olmaksızın aynı motivasyonu sağlayabilirse, 2 kulvarda da kupa hayali yanı başımızda olmasa da sanıldığı kadar uzakta değil. Hatta hakem ve canavar düzen faktörünü göz önüne alınca bu disiplinle devam halinde Avrupa’da kupa, Türkiye’dekinden daha kolay bile olabilir! Büyük resme baktığımda ise bambaşka bir hayal, heves kımıldıyor midemde. Uzun yıllar sürecek bir sabır denemesi. Bu disiplin ve sistemin kulübün temel harcı haline gelmesi ve “sistem takımı” olmak... Avrupa’da bir dönem PSV, bir dönem Porto ve en uç örnekle Arsenal istikrarı yakalayabilmek… Bu imkansız değil sadece zaman alacak zor bir seçim. Bu seçim yöneticilerden ziyade bizim seçimimiz… İşte o yüzden “Şunlar olmasaydı” diyebileceğim diğer bir yazıda görüşmek üzere. En kötü günümüz de futbolumuzda böyle olsun, Bursa maçı 3 olsun bizim olsun canım renktaş…
       


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder