21 Nisan 2020 Salı

ANTEP MAÇINI BEN ÇEVİRDİM!

Resim 1
Yıl 1997. 
Karne hediyesi için ne istediğim soruluyor. Henüz hiç formam yok. Tabi ki forma dedim. Ama 10 numaralı! Malum Okocha’lı yıllar... Fakat abim benden çok daha büyük Okocha hastası. Yüzü düştü. Nasıl olacak? Neyse babamla abim çıktılar. Ben diyeyim 7 gün siz deyin 16 ay sürdü. Derken 25 dakika sonra geldiler... Heyecandan ölüyorum. Poşeti açtım. O ne? Çubuklu değil? E hadi düz lacivert formamız da güzel diyelim de bu bambaşka bi forma. (Resim 1'deki formanın lacivertiydi)



 
Resim 2
O sene futbolcuların giydiği değildi?
Hemen abimin formasına baktım. Onunki birebir futbolcuların giydiğiydi! 
(Resim 2'deki forma) Hepsini geçtim formam 8 numaraydı! Abim tabi kesin kendisine 10’u almıştır, dedim. Abimi etrafında döndürdüm.
9 numaraydı... Allah Allah... Cırladım. Allem kallem fırladık abimle dükkana gittik... Çubuklu istiyorum dedim. Yok dedi. E bu benim forma bu yılki formamız değil, ben ondan istiyorum dedim. Var ama sana çok büyük onlar dedi. Hakikaten çok büyüktü. O zaman bunun 10 numarasını ver dedim. O da yok, dedi. O zaman geri verelim ben bunu istemiyorum, dedim. Ona da yok dedi. Gözlerim doldu, dudaklarım düştü. Abi yaklaştı bana. Sanki sihirli sözcükler kuracak gibi bir gizem sardı yüzünü, sesini. Omuzumu tuttu koçum sen nasıl Fenerbahçelisin, dedi. 
Sertçe niye ki, dedim. Sen daha 8 numaranın kıymetini bilmiyorsun, dedi. Bak şimdi Bülent giyiyor, Tarık giyiyor, eskiden İmparator bile giydi 8 numarayı. Hepsini geçtim Rıdvan’ın numarasıdır 8 numara dedi. Yutkundum. Adamdan da 8’den de nefret ederek döndüm eve. Aklım hep 10’daydı ama olsun yaz boyu gururla giyebileceğim bir formam vardı artık...

Yıl 2001.
Stadımız yapılmaya başlanmış, rakipleri korkutan bir değişim/ gelişim enerjisi içindeyiz. 5 senelik hasretin ardından ‘’Efsane geri döndü korksun i**eler, cümle alem alkışlasın şampiyon Fener’’ tezahüratının başladığı ve gerçekten de Efsanenin döndüğüne inandığımız, o yıldan beri hiç tanık olmadığım bir sinerji içindeyiz. Tribünlerin o dönemini yaşamayana anlatabilmem mümkün değil. O yüzden denemeyeceğim bile. Tabi takım da çok acayip. Bazı maçlarda Rapaic, Revivo, Yusuf, Lazetic, Baliç ve Kenneth Anderson’u sahada birlikte izliyoruz. Lükse bak! Nasıl ki bir jenerasyonun hücum futbolu sevdası 103 gollü takımdan kaynaklanıyorsa bence benim nesil için de mantık dışı hücum sevdası bu yılda filizlendi. O yıl her zerresi ile futbol evrenimdeki en özel yıl.

Mabede ilk gittiğim yıl çünkü. Birçok çocuğu ilk maçına babası götürmüştür. Bizde durum öyle değil. Babam her maçı izler falan ama stada gitmek, tribünde olmak o kadar da onun dünyasında yoktu. Beni ve abimi ilk maçımıza canım ortanca dayım götürdü. 15 Ekim 2000.  Fenerbahçe-Çaykur Rize. İlk 50 dakikası Fenerbahçe ile kaleci Hamidou** arasında geçmişti. Kaleci topu değil resmen bir gece önce sabaha kadar tavana bakarak canlandırdığım ilk maç hayallerimi savuşturuyordu. Oyuna ikinci yarıda giren 8 numaralı adam 52.dakikada, 30 metreden, tam kaleyi ortadan gören bir noktadan attığı frikik golüyle o çocuğun, ileride çocuğuna anlatacağı tarifsiz bir sevginin ve öykünün ön sözünü yazdı. Maç dönüşü sokağın köşesini dönüp evimizi gördüğüm anda annem yüzünde şükür dolu bi mutlulukla camda bizi bekliyordu. Sırf buna sebep olduğu için bile Rapaic’e borcum vardı. O gece 8 numara ile barıştım. 10 numaralı forma giyen renktaşlarımı gördüğümde kıskandığım günlerimden helallik istedim.

O MAÇI BEN GERİ DÖNDÜRDÜM! :))))

21 Nisan 2001. 
İkinci kez gidiyoruz mabede üstelik bu sefer babamı ikna etmişiz. Babam, abim, ben Migros’ta üst kattayız. 1 naif baba ve 2 oğlu bilmeden tam GFB’nin en hararetli olduğu noktaya girmişiz. Malum 43.dakikada 3 oldu. İnanılmaz bir hal. Futbolcular durmadan birbirine kızıyor, maçın ortalarına kdar tek vücut gibi olan Maraton tribünle kale arkası arasında tuhaf bir gerilim var. Derken devre arası oldu. Alkol kokusu 4 koltuk önümde olduğu halde burnumu delen yuvarlak gözlüklü, kumral saçlı, zayıf, uzun boylu üniversiteli bir abi -şu saniye yolda görsem tanırım, o suratı asla unutamam- 10 koltuk alttaki başka bir abi ile baya baya kadro konusunda tartışmaya başladı fakat alkol işte kadro konusu ana avrat küfüre varmaya başladı. Kendimizi bi kavganın içinde bulduk. İtiş kakış bitti ama polemik bitmiyordu, derken filmlerde yaşanacak bir sahnede başrol oynadım. (Az sonra anlatacaklarımın doğruluğu üzerine size şu hayatta edilebilecek en büyük yemin ne ise onu edebilirim) Yeter! Diye bağırdım. Dünyanın en naif insanı olan babamın bana dönüp yutkunarak bakışını da asla unutamam. Az sonra ailece dayak yiyeceğiz, hayatımda geldiğim ilk maçta oğullarımla birlikte dayak yiyeceğim, n’apalım kaderde bu da varmış diyen bir adamın bakışlarıydı. Yeter dedim tekrar. Kazanacağız biz bu maçı! Gözlüklü abi sinirle bana döndü. Ne diyorsun ulan, ne kazanıyorsun, dedi. Korktum. Ama vallahi de billahi de tüm hissim buydu. Tekrar ettim biz bu maçı kazanacağız, dedim. 14 yaşında çocuğa söylenmeyecek bir şey söyledi. Siktir lan dedi. Kötü hissettim ama Fenerbahçe 3-0 yeniliyordu. O alkollü heriften daha önemli şeyleri takıyordum. 3-4 dakika geçmeden takım sahaya çıktı. Başları öndeydi. Çok şükür bulunduğumuz tribünde, göremediğim bir grupta o 14 yaşındaki çocuk gibi düşünen abiler de varmış. Çekirdek seslerini yaran bir tezahürat kumandanın tuşu ile ses 1 tık 1tık daha arttırılıyormuşçasına duyuluyordu.

‘’BİZLER İNANDIK SİZ DE İNANIN!''

1 dakikadan fazla sürdü. O abiden ürkerek söylemeye başladım. Abim, babam, diğer abiler derken bizim gruba da yayıldı. O abi sukundu, dişlerini sıkıyordu... Sonra tüm Kale arkasına, Maratona, Numaralı’ya yayıldı (Bilmeyenler için; okul açık inşaat halindeydi) Stat inliyordu. Sonra yine bizim tribün ‘’Buraya, buraya Fenerbahçe buraya’’ dedi. Takım el ele tribüne geldi. Islık bekliyorlardı, bunu değil. Suratlarından okunuyordu hayatlarında bir mucize anını yaşadıkları. Ardından Maraton tribün çağırdı takımı. Oraya da gittiler. Sonrasında tekrar tüm stat ‘’BİZLER İNANDIK SİZ DE İNANIN’’ demeye başladı. Antepli futbolcuların vücut dilinden, yedek kulübesi dahil tüm takımımızın vücut diline, Mustafa Denizli’nin kafa sallayarak taraftarla aynı şeyi düşünmesinden, kameramanlara, stat polislerine kadar herkes o an iklimin değiştiğini ve ikinci yarıda başka bir hikayenin başladığını hissediyordu. Hava akşamın da çökmesi ile serinledi sanıyorduk oysaki tarihte bir kapı açılmıştı. 21 Nisan 2001 akşamı ile cereyan yapıyordu, ondan üşümeye başlamıştık ve haberimiz yoktu.

Tekrar yazmaya gerek yok sahada olanları hepimiz biliyoruz ama 81.dakikada bizde olanı anlatayım. O abi Rapaic’in aşırttığı salise, bırakın topun kaleye girmesini, Rapaic’in ayağından çıktığı salise bana döndü. Topun çizgiyi geçmesini beklemeden, çığlığı bastı. Birkaç saniye sonra gelen gol sesi ciğerimizde patlıyordu. Ağlamaya başladık. Bana sarıldı. Ömrümde az sayılı insanla o kadar sıcak ve gerçek bir sarılma anı yaşamışımdır. Hıçkırarak ağlıyorduk. Beni kollarımdan tuttu, hakkını helal et bana. Sen çok kocaman bi çocuksun, sen çok büyük bir adam olacaksın. Dedi. Tekrar sarıldı. Omuzumda çocuk gibi ağlıyordu. Sinirlerimiz laçka...
Etrafımdaki herkes hem ağlıyor hem gülüyordu. O anı anlatabilecek en iyi tanımlama: ''tam bir Fenerbahçelilik hali...''  50 dakika önce ana avrat küfürleşen herkes birbirinden; en iyi bildikleri dilde, Fenerbahçe dilinde özür diliyordu. Sakinleşmeye başladığım anda abimle kol kola babamın 6-7 sıra aşağıda kalabalık gençlerin altından çıkmaya çalışma çabasını izliyorduk. Pantolonunun dizlerini temizlemeye çalışıyordu ama gençler onu bırakmıyor. Sarılıyor, öpüyor, omzuna giriyor. Babam yanımıza gelemiyor ama bize bakıp gülüyordu. Fenerbahçe’nin kazanmasının yanı sıra gözlerimiz birbirimize ‘’farkında mısınız artık baba-oğul asla unutamayacağımız bir anımız var’’ diyordu. Bunun mutluluğu da tarif edilemezdi... 

Twitter bio’mdan, sabitlediğim tweetimden ve hem twitter hesabımın hem de blog sayfamın isimlerinden anlayacağınız gibi bu maçın ve Rapaic'in hayatımdaki yeri çok büyük ve evet ‘’o maçı ben döndürdüm’’ diyen benim gibi binlerce insan var... Tereddüt etmeden hepsine inanabilirsiniz. Çünkü o maçı biz döndürdük. Tabi şükürler olsun ki bir de Tanrı bize Rap Rap Rapaic’i göndermişti... Ve ben o akşam anlamıştım: İlk formamı bana zorla iteleyen esnaf abi, gerçekten de sihirli sözcükleri olan, özel biriydi ve 4 yıl önce bana 8 numaranın sırrını vermişti.

ÖZETLE;

Bana Fenerbahçe'yi anlat diyen olursa 3 kelime ile anlatabilmek isteyen herkes ''İşte Fenerbahçe Budur'' diyerek bu maçın özet linkini yollayabilir... Biz buyuz. Fenerbahçe 90 dakikalık bir film olsaydı bu olurdu. Biz arada bir çok feci geri düşeriz. Birbirimize sararız,  küfreder, kavga ederiz. Ancak ömründe sadece 1 şampiyonluk görmüş 14 yaşındaki çocuğundan, serserisine, ömründe ilk defa maça giden 50 yaşındaki kibar amcasından, futbolcusuna vazgeçmeyiz, sırt dönmeyiz, hele de inanıp birleştikten sonra öyle Efsane geri döneriz ki; bütün i**eleri korkutur, cümle alemi alkışlatır, tarihte evlatlarımıza anlatacak nice geri dönüşler yazarız... Hatırlatmak isterim bir süredir feci halde gerideyiz!


**Hamidou’ya özel bir paragraf açayım. O da kariyerini Anadolu’da top oynayan 10 futbolcunun 9’unda olduğu gibi Fenerbahçe’ye karşı en iyi oyununu oynamak üzerine kurmuş bir oyuncuydu. Misal 2006 Denizli maçında Olive Kahn’a dönüşüp resmen Selçuk Dereli’den sonra şampiyonluğumuzu engelleyen 2. İsim olmuştu. Kader ya aynı Denizli 2 sene sonra Ali Sami Yen’e gittiğinde Hamidou 88.dakikada ellerinin arasındaki topu absürt bir hata ile Servet’in kafasına bırakacak ve gs averajla liderliğe ortak olacak o haftadan sonra yarışı hep önde götürüp şampiyon olacaktı. Neyse ki hiçbir savcı gariban Hamidou’yu; olmayan kız kardeşine Mini Cooper alındı falan diye suçlamamıştı...

16 Nisan 2020 Perşembe

KIRMIZI KRAMPONLAR

Sene 96-97 karışımı bir şey... Formalar XXXL, şortlar sadece televizyonda görebildiğim o efsanevi günlerdeki (Maradona’lı 80ler) gibi kısacıktan biraz daha hallice. Tüm vücudu dövmeli futbolcuları geçiniz, olabilecek en aykırı şey saç modelleriydi -ki o dönem en moda saç kesimi önler ve yanlar kısa, ense uzun... Yani aslan yelesi ya da arka saç dediğimiz tarihin en kötü saçlarıydı. Neredeyse tüm topçuların imaj aykırılıkları estetiğe karşıydı... O yıl Türk futbolunda kritik bir eşikti. Lakaplı futbolcuların sonuydu. Belki de değildi emin değilim ama ben o yıldan sonra birine Küçük Hakan, Arap İsmail, Ayı Gökmen vb. Şeyler dendiğini pek duymadım. Ya lakaplı futbolcuların pek çoğu jübile yaptı ya da spiker jenerasyonu -iyi ki- değişmişti. Neyse sevgili okur, konumuz; içine iki futbolcu girebilecek bol formalar, arka saçlı santrforlar veya lakaplı futbolcular değil... Konumuz; o sezon Türkiye’de, Fenerbahçe'de başlayıp tüm dünyaya tam anlamıyla yayılan, vidaları ise ciğerlerime saplanan bir akım: 
Kırmızı krampon...

O günlerde bir gün Ali Şen'in Türk futboluna armağan ettiği sayısız ''topçu'' içerisinden bence en iyisi olan, klasiğin ötesinde bir 10 numara ile tanıştık. Şimdiki gibi haberini alır almaz adını yazarak en iyi hareketlerinden oluşan videolarını izleme şansımız olmadığından, ilk analizimizi o dönemlerdeki en geçerli metodumuzla yapmıştık. Futbolcuyu isminden çözmek... Mesela Musampa dediğim anda hemen bir Anadolu takımının kısıtlı yetenekli ama çok koşan orta saha oyuncusu canlanır gözlerde. John Leshiba Moshoeu: Uzun ve karizmatik isimli bir adam, kesin iş yapar! Coulibaly mi?  Saçları da rastalı falan mı? Bak o adam tehlikeli ben deyim sana... (Gizli gizli hala bu tahminleri yapan bir tek ben değilim değil mi? Aubameyang'ın adını duyduğumuzda hangimiz bak o çocuk uçar!'' demedik?) İşte Augustine ''Jay Jay Okocha’mızın o uzun, karizmatik ve kulağa hoş gelen adını duyduğumuzda da pek çok büyüğüm; bak bu topçu iş yapar, demişti... Nitekim ilk çıktığı maçta, rakibini rencide ettiği takribi olarak üçüncü çalımında tüm Fenerbahçeliler, bir isim analizinden daha haklı çıkmanın gururu ve dağılan Oğuz Çetin İmparatorluğu'nun boşluğunu daha spektaküler bir liderle doldurmuş olmanın sevinciyle Okocha'yı gönül hanelerinde FAV'ladı. Ben ise tüm duvarları peynirle dolu bir odaya düşmüş Jerry, ırmaklarından havuç akan bir köyde kaybolan Bugs Bunny gibi büyülenmiş bir şekilde, bir topun peşinden koşan 22 adamın içindeki tek siyah ayakkabı giymemiş olan; komik isimli, sihirli futbolcuyu izliyordum. Diğer herkes saatlerdir toprak eşeleyerek geçmişin sanatını arayan dağınık ve vasat arkeologlar iken; o kırmızı ayakkabılı adam seneler sonra başka bir kazı ekibinin bulmak için ömrünü vereceği eserleri inşa etmekle meşgul bir sanatçı gibiydi. Futbol meğer başka bir şeymişti... Orta halli bir ailenin, yaşına göre çok duygusal ve vicdanlı ikinci çocuğuydum. Babamdan herhangi bir şeyi satın almasını istediğimi hiç hatırlamıyorum. Ama o kırmızı kramponlardan benim de olmalıydı! 

Belki de o ayakkabıyı giyen futbolcunun öyle sihirli güçleri oluveriyordu? Ya da o ayakkabıların hiç bir artısı yoktu ve hatta çok rahatsızdı. Fakat ne olursa olsun istiyordum. O kırmızı pabuçları giymeli ve okulun en havalı, en teknik oyuncusu ben olmalıydım! Uzun araştırmalar sonucu Puma'nın Okocha
'ya sponsor olduğunu ve o ayakkabının ona özel olduğunu öğrenmiştik. Tabi o dönemler o markaların kramponlarından satın almak için, hele de ayak numarası 6 ayda bir değişen iki çocuğa birden almak için orta halliden biraz daha iyi halli olmak gerekiyordu... Kısa süre sonra çok sevdiğim teyzemin abimi ve beni sinemaya götürdüğü bir bayram günü, algıda seçiciliğimle, hayalini kurduğum ürünün çekiciliği iki saniyelik bir bakışta birleşmişti. Koskocaman bir kırtasiyenin vitrininde o meşhur marka olmayançakma kırmızı bir krampon duruyordu! Hemen abime gösterdim. İlk defa yakından görecektik. Heyecanla vitrine yaklaştık, Dış yüzeyi Okocha'nın pabuçları gibi mat kırmızı değil de bayrak kırmızısı olan ve vidaları kırık beyaz değil de siyah olan çakma kramponu Alaaddin'in sihirli lambasını bularak dilek hakkını sınırsız pizzadan yana kullanmış Ninja Kaplumbağa Michelangelo gibi izliyorduk. İçeri girdik, fiyatını sorduk. Asla unutmadığım nadir pahalardandır: 2.5 milyon... Abimle gözlerimizle konuşuyorduk. Haliyle teyzem ve kırtasiyeci tek kelime anlamıyordu. Ben n'olur alalım diyorum, abim hayır teyzeme yük olmayalım diyor. Kaşlarımı eğiyorum... 

Derken bu hayal kırıklarını, içimin halı altlarına süpürüp bayram tatili sonrası ilk gün sınıfa girdiğimde; arkadaş grubumun en arka sıranın etrafında toplandığını gördüm. Birisine sorular soruyorlardı, bir merak var belli... İşin garibi merak var fakat hiç kız yok? Bu daha da merak uyandırıcı. Yaklaşıyorum, kalabalığı yarıyorum. Tüm sınıfın, öğretmenimizin, müdürün, okulun belki de ebeveynlerinin bile sevmiyor olabileceği p*ç Serhat, okul pantolonunun altına giyerek geldiği kırmızı kramponlarının tanıtımını yapıyor. O an 94 finalinde penaltı kaçıran Roberto Baggio'nun acı eşiğine ulaşmıştır midemdeki hissiyat... Adeta Serhat kırmızı kramponlarıyla karnımın üstüne çıkmış, tepine tepine tüm vidalarıyla vicdanımı, yufka yüreğimi, ciğerlerimi parçalamıştı. Hayatımda bu hikayem dışında hiç kimseyi, herhangi bir şeyi kıskandığımı hatırlamam ancak o kırmızı kramponları öyle kıskanmıştım ki teneffüslerde meşrubat kutusu ezerek yaptığımız maçlarda, normal şartlar altında oynamasını asla istemediğim Serhat'ın her maç ilk 6 kişilik kadroda olmasını, mümkünse topla/teneke ile en çok buluşan oyuncu olmasını istiyordum. Tüm oondan aldığım keyfi başka hiç bir maçta alamadığım5 dakikalık maçlarımızda, kırmızı ayakkabılı antipatik çocuğun koşu mesafesi ve şut istatistiklerinde en üst sırada olmasıydı tek arzum. Vidaları erimeli, derisi soyulmalıydı zira...

İtiraf edeyim abim benden daha büyük hayranıydı Okocha'nın. Yatağının yamacında Hürriyet Gazetesinden alarak büyük bir heyecanla yapıştırdığı gerçek ebatlı (174cm) posteri dururdu. Gel zaman git zaman içten içe korktuğumuz başımıza gelecekti. Okocha rekor bonservis bedeliyle (16.5M) Paris Saint Germain ile anlaşmıştı, gidiyordu. Kader öyle bir şakacıydı ki babamın ikimizi de alıp spor ayakkabı satan bir dükkana götürmesi bu anlaşmadan 1-2 hafta sonraya denk gelmişti....
Çocuklar milyonlarca renkle doğar, hayat her gün bir renk çalar ellerinden. O yüzden bitiş simsiyah olur zaten.
Okocha, mat kırmızıyı ve kemik beyazı çalıp gitmişti benden. O yüzden spor ayakkabıcıda abimin ''
şu kırmızı olanı, 38 numara...'' demesi, benim de ''şu fosforlu yeşil logolu siyah olanı'' istiyorum dememle bitmişti o kırgın, unutulmaz ticaret... (Yine de 2 sene sonra tüm renklerde kramponlar çıktığında dayanamayıp almış olsam da...)

Otobüste gördüğün, göz göze gelmeye başladığın, kalbin pır pır ettikçe
hadi topla cesaretini, tanış dediğin fakat bir durak sonra usulca indiğinde resmen aşk acısı çektiğin o güzel kızdı/çocuktu Jay Jay Okocha. Ukdeydi. (En büyük ukdem değildi ama o başka bir yazının konusu) 
Ne gitme dur, diyebildi taraftarı ona, ne de bir daha aynı saatte, aynı otobüste karşılaşabildi.